Fatımalar Nesli!
Şubat 2017 Mikail USTA A- A+
A- A+

Fatımalar Nesli!

Söz kimi zaman lafızlarımızla havada coşkuyla yayılırken orada bulunanları ve söyleyeni yükümlü kılar. Ama yazı kaybolmadığı sürece yazanı ve okuyanları bağlayıcıdır. Söz en çok söyleyeni kontrol etmeli. Çünkü söz; aklını ve mürüvvetini kaybetmeyenler için sorumluluk yükleyicidir.

Babasının kızı… Öyle ki babasının kızı olarak sadece ahlaken ve ibadetten değil, fiziken, konuşma tarzı olarak, yürüyüş endamı olarak, el ve kollarını hareket ettirerek, aklınıza gelen her hususiyette de tam babasının kızı idi. Bu durumu Hz. Aişe annemiz şöyle ifade eder: “Ben bir kızın bu kadar babasına benzediğini görmedim. Fatıma her hali ile babasının kızı idi. Medine’de gece onu arkadan görenler, yürüyüşü ile hareketleri ile onu Rasulullah zannederlerdi.” (Tirmizi, Menakıb, 61) Anadolu da sıkça kullanılan ‘babasının oğlu’ (baba ve annenin hayatında bıraktığı duruşu, Allah nezdinde ve Müslümanlar arasında bıraktıkları izi sürebilecek potansiyelli olabilenlere iltifat kelimeleri olarak kültürümüzde kullanılır) diye bir tabir vardır. Bir erkeğin babanın durumuna göre değişmekle birlikte babada olan meziyetlerle donanması güç iken bir kızın bu söze muhatap olması özenle durulması gereken bir tespittir.

İbni Mesud radiyallahu anh anlatıyor: “Bir gün Efendimiz aleyhisselam Kâbe’de namaz kılıyordu. Biz de zayıf mü’minler olarak uzaktan seyrediyorduk. O ara bir deve kesilmiş, işkembesi ise oraya bir yere bırakılmıştı. Ebu cehil, yanındaki arkadaşlarına: ‘Kim bu deve işkembesini Muhammed’in üzerine koyar!’ dedi. Gülüşmeler oldu. Sonra Ukbe b. Ebi Muayt: ‘Ben koyarım.’ dedi. Yanına bir kaç adamını da alarak, koca deve işkembesini taşıttı ve Efendimiz aleyhisselam tam secdede iken onun sırtına bıraktı. Biz olanları sadece seyrediyor ve korkumuzdan hiçbir şey yapamıyorduk. O anda ya biri haber verdi ya da kendi geldi Fatıma. Babasının başına, sırtına konmuş işkembeyi görünce feryadı bastı; koştu, bir taraftan işkembeyi itekliyor, bir taraftan da ağlıyordu.”

“Derken işkembeyi Efendimiz aleyhisselam’ın üzerinden aşağıya itti ve o eziyetten kurtardı. Efendimiz aleyhisselam namazı bitirince Hz. Fatıma bir taraftan ağlıyor, bir taraftan babasının üzerindeki pislikleri temizliyordu. Sonra Efendimiz aleyhisselam kızına sarıldı ve: ‘Üzülme kızım, Allah babanı zayi edecek değildir.’ dedi.” (Müslim, Cihad, 107) İşte Abdullah b. Mesud’un aktardığı bu dehşetli tabloda Hz. Fatıma, babasının kızı olarak, babasının arkasında nicelerinin korkudan bir şey yapamadığı bir zaman diliminde, bir mücahide olarak deve işkembesini hiçbir şeye takılmadan, küçüğüm, güçsüzüm, zayıfım, kimsesizim demeden atmıştı. Fatıma olmak ne demekmiş buradan anlamalıyız.

Bir babanın selameti için çocuk yaşta (Olay yaşandığı zaman 10-11 yaşlarındaydı.) oyundan vazgeçip iz süren küçük Fatıma’ya bakıp hayran oluyoruz. Bugün halimize bakınca her şeyi ile babanın izzetini ayaklar altına alma yarışına giren kızlarımızın bu tabloyu inceden inceye düşünürken gözlerinden akan yaşlarla kalplerinin dirileceğine inanıyorum. Bizim medeniyetimizde annelerin ayakları altında cennet arzulanırken, cennet kapılarından en güvenlisinin anne ve baba rızası olduğu haberleri bizlere sahabeden rivayet olurken bütün bunlara kayıtsız kalmayacak imanı sinelerinde bulundurduklarına inanıyorum.

Hz. Sevban rivayet ediyor; bu rivayeti bize Ebu Davud naklediyor: “Bir sefer sonrası idi; dönüp Medine’ye gelmiştik; Efendimiz aleyhisselam sefer yolunda hep Fatıma’dan, Hasan ve Hüseyin’den bahsetmişti. Belli ki çok özlemişti. Varıp geldik Medine’ye; mescide gitti Efendimiz, iki rekât şükür namazı kıldı; sonra Fatıma’nın evine doğru yürüdük. Hasan ve Hüseyin de kapıda dedelerini bekliyorlar. Eve yaklaştığımızda artık kim hediye verdiyse bilmiyoruz, Hz. Fatıma’nın kapısında güzel bir örtü, Hasan ve Hüseyin’in kollarında da gümüşten bilezik/künye vardı… Efendimiz aleyhisselam o kadar özlemesine rağmen bir anda yüzünü çevirdi, ne torunlarına baktı ne de eve girdi; dönüp Mescid’e doğru yürüdü. Hz. Fatıma neden babasının neden böyle yaptığını anlamıştı. Anlamaz mı, o babasının kızı, babasının annesi idi. Hemen o örtüyü çekip aldı; çocuklarını çağırdı, kollarındaki bilezikleri çıkarttı. Tabi çocuk bunlar, ne olduğunu anlamadıkları için ağlamaya başladılar. Öyle ağladılar ki Hz. Fatıma artık onları susturmak için o bileziklerden bir tanesini ikiye ayırdı. Bir yarısını birine diğer yarısını ötekine vermek zorunda kaldı. Ama çocuklar annelerine: “Seni dedemize şikâyet edeceğiz.” diyerek ağlaya ağlaya Mescid’in yolunu tuttular.

Mescid-i Nebevi’ye girdiklerinde koşa koşa dedelerinin kucağına kendilerini attılar ve annelerini şikâyet etmeye başladılar: “Bizim kolumuzdaki bileziklerimizi annelerimiz çıkarttı, sonra birini kırdı bir parçasını birimize, öteki parçasını birimize verdi.” dediler. Hz. Sevban diyor ki: Efendimiz aleyhisselam’ın gözleri dolu dolu olmuştu, hemen bana dedi ki: “Sevban, al çocuklarımı filanca ensarın evine götür. O ensari sahabiye de söyle, Fatıma’ma bir tane aşık kemiğinden gerdanlık versin, deniz kaplumbağasının kemiğinden yapılmış iki bilezik de torunlarıma versin. Ücreti ne kadarsa sor, ben öderim.” (Ebu Davud, Tereccül, 21)

Bugün bizler ahiret hayatını öncelediğimizi ifade ederken ve bu idealimizi okumalar, toplantılar ve konferanslarla desteklerken, dünya nimetlerine amansız tutkuyla bağlanırken büyük bir çelişki yaşadığımızın bile farkına varamıyoruz. Ağlanacak halin içerisinde kendi ahvalimizi göremeyişimiz kalbimizin ve aklımızın abesle iştigal etmesinden ileri gelmektedir. Yukarıdaki rivayete baktığımızda çok güzel bir tabloyu müşahede etmekteyiz. Müthiş bir sevginin, özlemin ve beraberinde dünyanın getireceği en sıkıntılı olayı (savaş) yaşayıp, çöl yolculuğu boyunca dökülen özlem dolu kelimelerle irkilirken, mescitten hemen sonra hasret giderme telaşı ile yürüyüş ile sarsılırken, geri dönüşle kendimize gelmeliyiz.

Sevgide ölçüyü görmek isteyenlere, sevginin eseri müthiş bir seziş kabiliyetiyle durumun arzu edilen yere gelmesine vesile olan idraki görmek isteyenlere... Bu tabloyu ailemizle dönüp dönüp seyredip mest olacağımız bugünlerde şeytanın kontrolüne geçmeyi kolay hale getirebilen cihazlarla en değerli hakikatlerimizi bile kaybediyoruz. Gönlü kırılmasın, üzülmesin diye verdiğimiz tavizlerin sonucu olarak arzu ettiğimiz hayatın çok uzaklarında bir ömür yaşamaya mahkûm bırakıldığımızı bu rivayetle anlayabiliriz. Hz. Fatıma validemizin “Dünyada ve ahirette kadınların hanımefendisi” hitabına mazhar olması nübüvvete bağlılığındandır.

Bu sis bulutunu dağıtacak bir Fatıma nesli bekleniyor. İman ve hamle medeniyetinin torunlarına asıl hüviyetini kazandıracak en önemli pencere gözleri, gönülleri ve nesilleri sürura kavuşturacak bir abıhayat misali Fatımalardır. Unutmayalım ki; insan, eşyaya ve şeytana hapsolmayacak kadar mükerremdir.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr

Şubat 2017

Sayı: 16