Mart 2015 Nuri ERCAN A- A+
A- A+

Yok Olmaya Yüz Tutan Farklılığımız

İlahi dinlerin bariz özelliklerinden birisi düşünce ve davranışlarda diğer varlıklara karşı farklılık meydana getiren bakış açıları sunabilmeleridir. Bu, yalın bir hedefe matuf değildir. Diğer bir anlatımla hedef, illa bir  farklılık çıkartmak için  ortaya konulmamıştır. Amaç mükemmel insan yetiştirmektir. Farklılıklar mükemmel insanın özellikleri olarak ortaya çıkmış olur. Burada vahiyden beslenme ayrıcalığı söz konusudur. Yani, dindar insanlarda zuhur eden farklılıklar insan unsurunun elde ettiği meziyetlerin tabi göstergesidir. Vahyin rahle-i tedrisinden geçmiş mü’minler elde ettikleri komple ahlak sistemleri ile diğer varlıklar ve insanlardan ayrı bir form yakaladıkları için, elde edilen ahlaki vasıflar zihin yapılarının ve hayat tarzlarının örnekleşmesini sağlar.

İnsan aklı da doğrunun peşindedir. Ancak tek başına maksada ulaşamaz. Dünya yüzeyindeki fikir çatışmaları ve gerçekleşmiş haksız savaşların yegâne nedeni insan aklıdır. Hükmetme, yönetme, tahakküm etme gibi vasıfları yedeğine alan insan aklı zaman zaman krallığını ilan ettiğinden farklılıkları kabul etmeme ve yok etme gibi ameliyelerde bulunur. Yok etme, doğrudan olduğu gibi dolaylı ve asimile yöntemi ile de gerçekleşir.

Diğer taraftan asli değerlerinin kıymetini bilmeyen ve bu uğurda kendini yenilemeyen toplumlar da başkalarına öykünme ve onları taklit etme yolu ile kendi farklılığını ve peşi sıra bütün benliğini yitirir. 

Sanayi devriminden sonra Batı’da üretilmiş ideolojiler vahiy kaynaklı düşünce ve  yaşama biçimlerine hiç bir zaman hoş görü ile bakmamıştır. Tarafsız bir hoşgörüsüzlük olsa gam yemeyiz. Üretilen ideolojiler kendi kültür ve fikir kaynakları dışında ne varsa yok etmeyi planlamıştır. Bu şekli ile oluşturulan Batı düşüncesi dünya yüzeyinde keskin bir kamplaşmanın ana nedeni olmaktan kurtulamamıştır. Üstelik Hz. Peygamber’in peygamberliğini reddetmelerinden itibaren insani özelliklerinden arındırılmış aşırı bir düşmanlıkla müslümanların karşılarında olmaktan çekinmemişleridir.

Bir tarafta muarızlarına karşı net, amacı belli, vahiy kaynaklı bir tavır; diğer tarafta yok etmeye odaklanmış insan kaynaklı Avrupâî oluşumlar. Birinci oluşum bütün dünyaya insanca yaşamayı öğretirken; diğeri kan, gözyaşı, kin ve nefret sunmaktan geri durmamıştır. Sonucun böyle olması tabi ki doğaldır. Çünkü Batılılar aklın mutlaklığına pek inanmış ve akıllarının ürettiklerinin içinde ilahlaştırdıkları nefislerinin ne kadar payı olduğunu hesap etmeyi düşünmemişlerdir.

Dünyanın birçok bölgesinde  yüz yıllardır bizzat cephede savaş/mukatele şeklinde  devam eden Hak-batıl mücadelesi son iki asırda, adı değişik kelimelerle terennüm edilen kılıçsız savaşa dönüşmüştür. Bu yöntemin Batı açısından daha etkili olduğu anlaşılınca bizzat cephe savaşlarının adedi azaldı. Yeni keşfedilen bu savaş yönteminde  en önemli unsur güç idi. Akıllara hükmetme, yaşama biçimleri telkin etme, nefsin açtığı geniş koridorlara arzuları  itme gibi araçlar ise gücün unsurları olarak kullanılmaya başlandı. 

Asırlardır Haçlı Seferleri önünde dimdik ayakta durarak, hamleleri boşa çıkarabilen müslüman toplumlar, son iki asırda Batı’dan gelen fikir akımlarına karşı her hangi bir fikirsavar kalkanı oluşturamamıştır. Tabi ki bunun çok boyutlu nedenleri vardır. Neticede bu vakıa, kendilerine has olan olmazsa olmaz niteliklerin yok olmasını doğurmuştur. Peki, ne değişti? Cephede kazanılan zaferler tarih oldu. Sık sık cephelere çıkmaya gerek kalmadı. Savaşmak için önceden cephede hodri meydan diyen düşman tebdil-i kıyafet edip, evlerimize kadar girebilmiştir. Dahası zihnimizde tasavvur ettiğimiz düşman yok olmuştur. Çünkü şeklen bizimle düşman arasında bir fark kalmamıştır. Daha kötüsü ise aramızdaki diğer farkların da iyice yok olma tehlikesi ile karşı karşıya  kalmasıdır.

Önderimiz, Efendimiz, altmışiki yıllık hayatında hiç bir zaman eşyaya ram olmazken, bizlerin eşyalar ormanından oluşmuş, madden ve manen yalıtımlı köşklerde oturmamız nasıl açıklanabilir? Laga luga! Yok efendim dünya mutluluğuymuş da... Yok efendim herkes yapıyormuş! Herkesten farkımız olmayacak mı?

Kur’an, mal-mülk sevgisinin dünyalık bir algı ve geçici bir gurur olduğunu beyan ederken, üstüne üstlük ahiret hayatının daha kalıcı bir hakikat olduğuna işaret ederken, bizlerin para  kazanma, mal yığma robotlarına dönüşen insan tipleri olmamız, aslında kimi toplumlarla aramızda mevcut  olan açık ara farkı kapattığımızı göstermektedir.

Daha büyük evlerde, daha müreffeh ortamlarda, bir kuş sütünün eksik olduğu sofralarda oturuyoruz; lakin huzuru yine maddi vesilelerde arıyoruz.

Hayatımızdan bereket çıkıp gidiyor, ne nimetin kıymetini biliyor, ne zamanın değerlendirilmesini yapabiliyoruz.

Mesafelerimiz kısalıyor, lakin gönül bağlarımızı kopartmakta hiç mahzur görmüyoruz. Bu yüzden kısa mesafelerde bile insanlarla aramızda dağlar kadar engel oluşuyor.

Kime benziyoruz?

Çok para harcıyoruz. Somali’deki bir ailenin bir ay idare edeceği parayı biz bir günde har vurup harman savuruyoruz. Bu kadar harcama daha çok stresli olmamızdan başka bir işe yaramıyor. Elde olan varlık, ele geçebilecek olana çağrı mesajları atıyor. Para parayı çekiyor. Sonraları “Rabbena hep bana” demeye başlıyoruz. Daha çok para daha çok bunalım mı demek? Biz böyle mi öğrenmiştik! Aç insanlarla aramızdaki fark pergeli açılırken, paralı varlıklarla fark gittikçe kapanıyor.

Değersizleşiyoruz, bu sebeple “Değerler eğitimi” yapmaya kalkıyoruz. (Sahi bu nedir yahu! Bu değerler kimin değeri? Birilerinden çekindiğimiz için mi dini eğitim, ahlaki eğitim, sohbet demiyoruz!) Okuma,  stop! Seyretmeye devam! Hani Allah’ın ilk emri “Oku!” idi. Kitapları kapat, ekranları aç. Bir tarafta zengin medeniyet kaynakları yatarken, sen kendileri ile farkımız olması gerekenlerin ürettikleri metotlarla yenilikler inşa etmeye çalışıyorsun. Bu çaba beyhude bir çaba olur. Kem âlet ile kemalât olmaz! Bunun diğer adı asillikten köksüzlüğe geçiştir. Peki, köksüzlerle ne farkınız kalacak!

Makam mevki uğruna kardeşine iftira atmak caiz midir? Kendisinin ehliyet ve liyakat bakımından daha yetersiz olduğunu bile bile kardeşine yol vermemek nasıl bir ahlaki özelliktir?

Bu durum, birileri ile  aramızdaki  farkın tükenmekte olduğuna apaçık bir delil değil midir?

Son dönemlerde yaşadığımız kimi sıkıntılar sık sık şu soruları sormamızı bizlere telkin etmektedir: Bizim renklerimize ne oldu? Diğerlerinden hiç farkımız olmayacak mı?

Ah! Hani büyük iddialarla yola çıkmıştık! Hani bizim düşüncelerimiz diğerlerinin hayallerinden bile üstündü! Bugün, kimi belediyelerimiz, İslâm tarihinin ulularını topluma anlatmak için heykelden başka bir yöntem bulamıyorsa, bir zamanlar şiddetle eleştirdiğimiz düşüncelerle aramızdaki farklılığın ne anlamı kalır! Sormazlar mı, böyle yapacaktınız da yıllarca neden resme, heykele, büste karşı çıktınız?

Unutulmaması gerekir ki, ilahi mesajların önemle vurguladığı hususlardan biri de gayr- i müslimlere benzememektir. İnsanlara bir şeyler anlatabilmek için kendilerine benzemekten sakındırıldığımız  kişilerin araçlarından başka bir araç bulamayacak kadar düşük profilli kişiliklerden oluşmuş olamayız. Günümüzdeki bu bozulma örnekleri inşallah geçici kötü örneklerdir. Alelacele üzerimizdeki ataleti atıp bu konuda ve daha birçok konuda  kendimize gelmeliyiz. Özgünlüğümüze dönüp yeniden farklılığımızı göstermek kaçınılmazdır.




Victor HUGO’dan İtiraf

Tunus Beyi Ahmet… Bu günün o gülünç Türk modasına uyarak giyinmişti. Bu moda iki Fransız’ın Sultan İkinci Mahmut’u uygarlığın pantolon ve redingot (Bir tür ceket) giymek demek olduğuna inandırdıkları günden beri bütün Osmanlı İmparatorluğuna yayıldı… Böylece yiğit Türkler geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar ve bizim giysilerimizi yalan yanlış taklit etmeye başladılar. Türklerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı; biz onlara çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna ilerleme adını veriyorlar. (Anılar, Çeviren: Şiar YALÇIN İstanbul,1974 Yankı yayınları,s.22) 

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr