Yeni Bir Din İnşa Etmek: Ilımlı İslam
İnsanlık tarihi, hak-batıl mücadelesinden ibarettir. Hak ve Batıl taraftarları, açık ya da gizli olarak bu mücadelelerine aralıksız olarak devam etmişlerdir. Gücü eline geçiren taraf, başta karşı taraf olmak üzere tüm insanlığı egemenliği altına almak için sürekli bir gayret içerisinde olmuşlardır. Başka bir ifade ile tüm insanlığa ve dünyaya egemen olmak, güç sahiplerinin temel hedefi olmuştur. Her türlü imkânlarını, bu hedeflerini gerçekleştirmek üzere seferber etmişler, her şeylerini bu hedeflerine göre dizayn etmişlerdir. Bu hedefleri onların; tüm ilkelerini, stratejilerini, yöntemlerini, değerlerini ve ölçülerini belirleyen temel unsur olmuştur.
İnsanlık tarihi kadar eski olan bu mücadelenin düşünsel arka planında, insan nefsinin ilahlık iddiasının yattığını söylemek, çok da yadsınacak bir tespit değildir. Tıpkı şeytanın, kendisini de yaratan yegâne İlah’a isyan etmesi ve egemenliğini ilan ederek insanlığı biçimlendirmek üzere bir iddiada ve O’ndan bu doğrultuda izin talebinde bulunması gibi. İnsanlık tarihi içerisinde Firavun’un, Nemrut’un, Haman’ın, Ebu Cehil ya da Ebu Leheb’in “kalkış”ları da bu iddia ve yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Elbette şeytan ile başlayan İlah’a karşı ilahlık kalkışları bunlarla sınırlı değildir; bunlar son değildir, son olmayacaktır.
Ancak tarih Miladi 610 yılını gösterdiğinde bu mücadeleye ilişkin önemli bir kilometre taşı daha, insanlık tarihine paralel inşa edilen kuleye yerleştirildi. Bu taş, aynı zamanda bir sonun başlangıcı idi. Bunu, yegâne İlah olan Allah azze ve celle, Yüce Kitab’ına “Hak geldi Batıl zail oldu” (İsra, 81) notunu düşerek tüm insanlığa bildirdi (Âmennâ ve Saddaknâ).
Bu not, Hak üzerinde olanlara da Batıl üzerinde olanlara da hitap eden; her iki kesim için de son noktayı kayacak nitelikte bir içeriğe sahipti. Hem Hak ehli, hem de Batıl ehli bu nottan ve mutlaklık içeren yargıdan hissesini çıkardı. Hak ehlinin yol haritası (Kur’an), inanan insanların elindeydi artık. Batıl taraftarlarının da, bu yeni döneme ilişkin kendileri için yeni bir yol haritası çizmeleri gerekiyordu.
Hedefe ulaşmak için stratejiler, yöntemler, teknikler ve araçlar yeniden gözden geçirilmeli ve yeni yollar belirlenmeliydi. Aksi durumda mücadele kaybedilmişti, kaybedilmeye mahkûm olacaktı. Hak ehlinin kısa zamanda toparlanması ve yayılması, bu gidişatı açıkça gösteriyordu.
Elbette strateji değişikliği yapana kadar, mücadeleye ara verilmeksizin devam edilmeli; “Nur”u söndürme çabaları sürmeliydi. Bu doğrultuda savaşlar yapılmaya, seferler düzenlenmeye, fiziksel baskılar kurulmaya vb. devam edildi/ devam da etmektedir. Ancak bu seferler çoğu zaman büyük mağlubiyetlerle sonuçlandı. İslam dini taraftarları, bu seferlerden daha da güçlenerek çıktı; farklı coğrafyalara kadar yayılmalarının önü açıldı; her geçen gün İslam dinine giren kişilerin ve kitlelerin sayısı arttı.
Beklenmeyen ve istenilmeyen bu sonuçlar göz önüne alınarak İslam karşıtı olan kişiler, toplumlar ya da devletler, bu gelişmelerden bir takım çıkarımlara gittiler. Bu çıkarımlar arasında şunlar söylenebilir;
1- İslam dini ve Müslümanlar; savaş yapılarak, fiziksel şiddet ya da baskı yolları kullanılarak yenilemezler.
2- Bu baskı ve şiddet uygulamaları, Müslümanların daha da güçlenmesi ve birbirlerine bağlanması ile sonuçlanmaktadır.
3- Aynı strateji ve yöntemlerin kullanılması, her geçen gün, Müslümanların nicelik ve nitelik olarak güçlenmelerine; karşıtlarının ise zayıflamasına yol açmaktadır.
4- İslam toplumunu güçlü kılan temel etken, aslı bozulamamış Kur’an ve sağlam kaynaklardan ulaşan Sünnet-i Seniyye ile beslenen tevhid inancı, birlik ve beraberlik ruhudur.
5- İslam toplumu, dıştan gelen şiddet ve zorlamalara rağmen mücadeleden güçlenerek çıkarken, kendi içindeki bölünme ve parçalanmadan daha büyük zarar görmektedir.
6- Etnik köken, mezhepleşme, taassubiyet gibi nifak tohumlarının İslam toplumuna verdiği zarar, onlarla yapılan savaş ve baskı uygulamalarının verdiği zarardan kat be kat daha fazla ve daha etkili olmaktadır.
7- İslam toplumuna nifak tohumları ekilerek yapılan mücadele, savaş gibi fiziksel şiddet içerikli mücadeleye göre Batıl güçler açısından daha ekonomik ve daha kolay olmaktadır.
8- Daha önce Tevrat ve Yahudilikte, İncil ve Hıristiyanlıkta yapılan tahrifat ve değiştirme çabaları, Kur’an ve İslam üzerinde yapılamaz.
Bu ve benzeri tespitler -yukarıda da kısaca değinildiği gibi- İslam dini ve inananlarına dönük yapılacak mücadele için yeni bir stratejinin geliştirilmesini; yeni bir yol haritası çizmenin zorunluluğunu ortaya koymuştur. Artık A planının yanı sıra B, C, D… planları yapılmalı; çok yönlü ve sorunu kökten çözebilecek yöntemler ve teknikler geliştirilmeli; yeni ve etkin vasıtalar oluşturulmalıydı.
Bu yeni ve özel strateji genel olarak Yozlaştırma şeklinde adlandırılabilir. Aslını ve esaslarını bozamadıkları/ bozamayacakları (Hicr, 9) Kur’an ve sünnetin, İslam toplumu üzerindeki etkisini kırmak ya da zayıflatmak, bu yeni stratejinin temel mantığını yansıtıyordu. İslam toplumu ile bu “iki emanet” arasındaki bağın koparılması mümkün olmasa da zayıflatılması, Batıl taraftarları için önemli bir zafer niteliği taşımaktaydı.
Bu zafer, büyük zaferin önemli bir işareti olarak değerlendirilmeliydi. Aksi durumda bu tarihi mücadele, yeni ve daha büyük mağlubiyetlerle sonuçlanacaktı. Egemenliklerini kaybetmeleri ve yok olmaları gündeme gelecekti. Çünkü Kur’an, Allah’ın nurunu tamamlayacağını, kâfirlerin bu nuru söndürmeye güç yetiremeyeceklerini iddia ediyordu (Saf, 8; Tevbe, 32).
Bu yeni strateji, farklı yöntemleri içermekteydi. Kimi zaman yalan ve iftiralar atarak toplum nazarında İslam’ı ve Müslümanları küçültmek, kimi zaman İslam’ın temel akideleri ile ilgili farklı ve ters yorumlar yapmak yoluyla akılları bulandırmak, farklı ve sapkın mezhep ve klikleşmelerin ortaya çıkmasını ve güçlenmelerini sağlamak, kimi zaman nefse hoş gelip akıl yoluyla üretilen bir takım düşünceleri üretip toplum katmanlarına yayarak İslam hakkındaki düşünce ve duyguları fesada uğratmak gibi daha birçok yol ve yöntem, bu stratejinin yollarını ve adımlarını oluşturmaktaydı.
Kimi zaman etnik köken, kimi zaman İslam’ı yorumlama biçimi, kimi zaman insan aklı ya da nefsin isteklerinin öncelenmesi, kimi zaman etnik/ mezhepsel/ klik/ cemaat taassubiyeti beslenerek insanların kendilerince bir yaşam tarzı (din) inşa etmelerinin önü açıldı; hatta bunun birer gereklilik olduğu düşüncesi pompalandı. Kimi zaman da Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi ilâhî ya da beşer kaynaklı diğer dinlerin doyuramadığı akıl ve kalbi doyurmak üzere, Batılı toplumlar tarafından üretilen ideolojik akımlar, İslam toplumunun henüz İslam’ı tanımayan bireylerinin zihnini ve kalbini hükmü altına alması yolu denenmiştir.
Son dönemlerde çok sık duyulan “ılımlı İslam”, “radikalizm”, “modernleşme”, “etnik milliyetçilik”, “mezhepçilik”, “taassubiyet”, “İslamcı(!) terör”, “diyalog/ uzlaşma” gibi kavram ve uygulamalar bu yeni stratejinin ürünleri ve ortaya çıkan yansımalarıdır.
Özellikle, İslam ümmetinin son ve güçlü temsilcisi Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına karşılık Rönesans ve reform hareketleri ile birlikte yeniden toparlanan batıl taraftarları bu süreçte, kısmen yozlaşmış olan İslam toplumu üzerindeki gücünü ve olumsuz etkisini daha belirgin şekilde hissettirmeye başladı. Akım, ideoloji, dinsizlik, mezhepçilik, taassubiyet, radikalleşme, etnik milliyetçilik, modernleşme gibi hastalıklar, İslam coğrafyasını etkisi altına almış; birbirlerine düşürmüş, sahip oldukları güç ve enerjiyi birbiri ile uğraşarak harcamalarına neden olmuştur/ olmaktadır.
İlginç olan taraf, bu hastalıkların bir kısmı, diğer kısmına deva olmak üzere üretilerek piyasaya sürülmüştür. Radikalizmin karşısına özgürlük, gericiliğin karşısına modernlik ya da çağdaşlık, taassubiyetin karşısına ılımlılık alternatifleri sunulmuş ve taraftar bulmuştur. Ancak hiçbir zaman hastalıkların tedavi edilmesi mümkün olmamıştır. Çünkü bir hastalıkla başka bir hastalık şifa bulmaz. Kaynağında sorun (virüs) bulunan bir “menbaa”dan şifa beklenmesi akılcı değildir. Niyet sorunlu, hedef sorunlu ise yöntem de sorunlu, sonuç da sorunlu olacaktır.
Üzücü olan, Müslümanların; en saf, en sağlam, en şifalı kaynağı elinde bulundurmalarına rağmen, onu görüp anlayamadığı için şifayı başka kaynaklardan aramalarıdır. Maalesef sonu izm ile biten, beşeri kaynaktan beslenmiş bir takım akımlar (hümanizm, pozitivizm, rasyonalizm, realizm vb.) ile muharref dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik vb.) savunucuları tarafından ortaya atılan kavram ve düşünme biçimlerinin Müslümanları derin biçimde etkilemesi ve taraftar bulmalarıdır. Radikalizm, taassubiyet, başıboşluk ya da aşırı özgürlük/ esneklik hastalıkları ile mücadele etmesi gereken Müslümanlar, ellerine tutuşturulan bir başka Batı kaynaklı şifa aracına, “mal bulmuş mağribî” gibi sarılmış ve taraftarlığını yapmaya başlamışlardır.
Kasıtlı olarak üretilip Müslüman/ İslam organizmasını felç edici etkiye sahip olan virüslerden biri de “Ilımlı İslam”dır. Ilımlı İslam tanımlaması, hem kavram hem de içerik itibarıyla, İslam dini ve onun değişmez ilkeleri ile önemli tezatlıkları içermektedir. Öncelikle İslam, ana kaynağı Kur’an’da belirtildiği üzere tamamlanmış ve dinin yegâne sahibi Allah tarafından seçilmiş/ kabul edilmiş tek dindir (Maide, 3). Bu nedenle bir ekleme ya da çıkarmaya kesinlikle imkân vermemektedir. Ilımlı İslam ifadesi, İslam’ın kendisini katı (radikal) olarak niteleyen, biraz yumuşatılarak (reform edilerek) yeniden yazılması ya da inşa edilmesi gerektiği anlayışını/ inanışını yansıtmaktadır.
Her şeyden önce İslam, böyle bir dış müdahaleye imkân tanımaz. Hıristiyan ya da Yahudilik dinlerinde yapılan reform çalışmalarının geldiği durum ortadadır. Bu dinler, aslından ayrılmış, farklılaşmış, beşerin yeniden ürettiği bir din niteliğine dönüşmüştür. İnananlarının bile hem fikir olduğu bir kaynaktan yoksundurlar.
Diğer taraftan böyle bir reform çabası, insanın, dinin sahibi Allah azze ve celle ile rol çatışmasını ve O’ndan rol çalmasını içeren bir yaklaşımı ifade etmektedir. Dinin sahibi olan Allah -azze ve celle-’nin temel ilke ve prensiplerinin kıyamete kadar değişmeden kalacağı tezine karşılık olarak insanoğlunun, modern dönemlerde bu dinin ihtiyaçları karşılamada yetersiz kaldığı, bu nedenle revize edilmesi gerektiği tezinin bir yansımasıdır. İnsanoğlunun, Allah’ın gönderdiği dini yetersiz, eksik, geçmiş zamanlara hitap eden, zamanın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak bir din olarak algıladığını ifade etmektedir. Gerçek yönüyle bu yaklaşım, insanoğlunun; aklını, heves ve isteklerini ilahlaştırarak yegâne İlah’ın karşısına dikilmesi ve O’ndan daha iyi bir din inşa edebileceği konusunda cüretkârlığını ifade etmektedir.
Ortada kaynakları net ve değişmemiş bir din olan İslam’a, gerek ılımlılaştırma gerekse radikalleştirme yönünde yapılan her türlü ekleme ve çıkarma, Allah’ın dinini beğenmeyip yeni bir din organize etme çabasından başka bir şey değildir.
Batı bu yaklaşımı, tarih boyunca yapmış, en son girişimini de Ortaçağ sonrasında ortaya çıkan Reform hareketleri ile sergilemiştir. Kendilerince Hıristiyanlığı yeniden organize etmişlerdir. Kimileri ise bununla da yetinmemiş, İlah’ın insan olduğu bir İnsanlık Dini (Hümanizm) inşa etmeye çalışmıştır. İslam üzerinde yapılmaya çalışılan Ilımlı İslam girişimi de, bu yaklaşım ya da düşünüş biçiminin İslam üzerinde denenmesinden başka bir şey değildir. Bu süreçte kendilerine, yine kendilerinin ürettiği “radikal İslam” kavramını dayanak olarak almışlardır. İslam’ın yanlış yorumlanmasını içeren bir takım uygulamalar, “ölümü gösterip hastalığa razı etme” yaklaşımı içerisinde yeni kavram ve anlayışlarına gerekçe olarak lanse edilmiştir.
Batılı ve Batıl toplumlar; İslam coğrafyası, Müslümanlar ve İslam dini üzerinde asırlar boyu yapmaya çalışıp başaramadıkları Hakkı sindirme ve yok etme hedefini, böyle bir uygulama ile tekrar denemektedirler. Yukarıda da belirtildiği gibi bu yeni stratejinin en önemli varsayımı, dıştan zorlamalarla çökertemediğin İslam toplumu ve İslam dininin kendisini, kendi içinden bölmek ve yıpratmak yoluyla çökertilebileceğidir.
Bu varsayım şu anda çeşitli coğrafyalarda farklı şekillerde test edilmektedir. Maalesef bu doğrultuda önemli mesafeler de kat etmiş durumdadır. İslam’ın farklı yorum biçimleri, gerçek din algısıyla farklı yorum biçimlerinin yaşamına izin vermeyecek şekilde radikalleştirilmekte; oluşturulan taassubiyet yoluyla onlarca farklı İslam dini üretilmekte; içten içe çatıştırılarak İslam toplumunun dinamizmi, enerjikliği, üretkenliği, saflığı ve yaşanabilirliği zayıflatılmaya ve yok edilmeye çalışılmaktadır.
Radikalizme karşı ilaç olarak sunulan Ilımlı İslam projesi ile de aynı amaca hizmet eden farklı bir cephe açılmıştır. Bu cephe de yine Müslümanlar arasında taraf bulmuş, “iyi niyet” görüntüsü ile saf ve değişmemiş olan İslam dinine yeni bir saldırı ve değiştirme politikası hayata geçirilmiştir.
Müslümanlara bu çerçevede düşen, ana kaynağa yönelerek İslam’ı ana kaynağından öğrenip, ona tam bir iman ve teslimiyetle sarılmak; radikalizm ve ılımlı İslam projelerinin, aynı amaca hizmet eden iki ayrı proje olduğunu fark etmek ve bu projelere karşı ana kaynaklardan (Kur’an ve Sünnet) beslenen bir din algısı ve anlayışı çevresinde yeniden kenetlenmek, “vasat ümmet”e taraf olmak ve mücadelede görev almaktır.