Mart 2012 A. Baki ÖNCEL A- A+
A- A+

Tarihçi-Yazar Mustafa Turan ile Çanakkale Üzerine Söyleşi

“Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunu Sağlayan Milli Mücadele Ruhu Çanakkale’den Kaynaklanmıştır.”


• Sayın hocam, ibretle okuduğumuz “Destanlaşan Çanakkale” kitabını yazma düşüncesi sizde nasıl doğdu? Neden Çanakkale?

• Çanakkale’ye çocukluk yıllarımdan beri gidip gelirim. İlk gittiğimiz dönemlerde gerçekten Çanakkale’nin mahiyetini bilmeden ve orada yaşananların içyüzünü anlamadan aval aval dolaştığımızı çok üzülerek daha dün gibi hatırlamaktayım. Tabii ki Tarihçi olduktan sonra bu durum değişti.

Çanakkale bizim için çok önemli. Japonlar nasıl ki Hiroşima ve Nagazaki’ye çocuklarını götürüp ders ve ibret almalarını sağlıyorlarsa, bizim de çocuklarımıza Çanakkale’nin ne olduğunu öğretmemiz gerekiyor. Bakınız başka milletler sığ bir göl gibi olan kısa ve kısır tarihlerini, kendi nesillerine tarih yerine destan diye okuturken ve geçmişlerine ihtişam kazandırmaya çalışırken, biz engin bir derya misali olan zengin tarihimizle güçlü kültür ve medeniyetimizi nesillerimize gereği gibi tanıtamamaktayız.

Her Çanakkale’ye gidişimde oradan ayrılırken ruhum, soğuk bir demir kızgın ateşten nasıl çıkarsa öyle üzgün ve kırgın dönerdim. Zira tarihimiz açısından müstesna yerlerden birisi olan Çanakkale’ye gelen ziyaretçilerin pek çoğu Şairimizin:

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,

Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı…

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.” mısralarında ifadesini bulan şuur ve bilinçten uzak bir vaziyette, özellikle kızlı erkekli gençlerin fıkırdaşarak, sanki turistik gezi yapar gibi bir halet-i ruhiye içinde dolaştıklarını, hatta şehitliklere aşk sloganı yazacak kadar, meselenin özünden bîhaber gezdiklerini üzülerek müşahade etmişimdir. Eğer bu davranış; cehaletten değilse, gaflet ve dalalettendir diye iç çekmişimdir.

Çanakkale’ye ziyarete gidecek tüm kafilelerin önceden; nereye ve niçin gittiklerini, varlığımızı, vatanımızı ve hürriyetimizi orada kefensiz yatan şehitlerimize borçlu olduğumuzu anlatarak, temelde bir altyapı oluşturup bir şuur ve bilinçlendirme yapıldıktan sonra gezinin gerçekleştirilmesinin daha faydalı olacağını hep düşünmüşümdür. Atatürk, Çanakkale’yi “Yüksek Ruh” olarak tanımlıyor. Ben de bir tarihçi olarak bu yüksek ruhu okuyuculara vereyim diye düşündüm ve “Destanlaşan Çanakkale” kitabını, bu mantık içerisinde kaleme aldım.

• Sayın hocam, tarihimiz zaferlerle dolu iken Çanakkale’yi ayrıca önemli kılan şey nedir?

• Bizim savaşlarımız genelde taarruz savaşlarıdır. Zaten bu keyfiyet sayesinde bu gün taa Orta Asya’lardan kalkarak bu coğrafyaya gelmişiz. Fakat Çanakkale bir savunma savaşıdır. Anadolu’da var olma savaşıdır. Tarihimizin yüz karası olan Balkan hezimetinin bir rövanşı niteliğindedir. Biliyorsunuz askerin siyasete bulaşması ve İttihat ve Terakki’nin basiretsiz tutumuyla biz, koca Balkanları çarpışmadan terk etmiştik. Bundan cesaret alan düşman, İstanbul ve Anadolu’da yaşamamızı da çok görerek, bizi geldiğimiz yere geri göndermek istemişti. Bu arada Ruslara da yardım edecekti tabii.

Bu amaçla Çanakkale’ye saldırmışlardı. Yıllarca süren savaşlardan yorgun ve yoksul çıkan bu millet teslim mi olacaktı? Elbette hayır. “Hasta Adam” denen bu yorgun ve yoksul millet, bütün dünyayı şaşırtan öylesine dillere destan bir savunma savaşı yaptı ki, hem kendi tarihinin, hem de dünya tarihinin akışını değiştirdi. Dünya’nın en güçlü yenilmez armadaları ve orduları karşısında, bizim savaşı kazanmamızı hayal etmek bile hayaldi. Çünkü topumuz yoktu. 2000 soba borusundan top maketi yapmıştık. Askerimizin ne yiyeceği ekmeği, ne de giyeceği elbisesi vardı. İstanbul’dan gönderilen kum torbalarını yırtan askerimiz, yırtık elbisesine yama yapıyordu. İşte böylesi olumsuz şartlarda kazandık biz Çanakkale Zaferini. Çanakkale’yi diğerlerinden ayıran temel özellik de işte budur. Şurası bir gerçektir ki: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan milli mücadele ruhu Çanakkale’den kaynaklanmıştır. Bu yönü itibarıyla Çanakkale Zaferi, T.C.’nin de bir önsözü niteliğindedir.

• Sayın hocam, Çanakkale’de rehberlerin ziyaretçilere bir takım hurafeler anlattıkları yolunda haberler zaman zaman basında yer almakta. Konu hakkında eser yazmış ve meseleyi bilen biri olarak ne diyeceksiniz? Çözüm nedir?

• Teşekkür ederim böyle bir soru sorduğunuz için. Bu işin altında bir kaç sebep var. Bir kere şu hususu belirtmemiz gerekir ki, geçtiğimiz asrın sonlarında ve 2000’li yılların başlarından beri Çanakkale’ye olan ilgi, her gün artarak devam etmektedir. Birkaç yıl önce 6 otobüslük bir konvoyla ve benim de rehber olduğum bir gezi programıyla Çanakkale’ye gitmiştik. Yanılmıyorsam mayıs ortalarında bir hafta sonuydu. Sadece o gün 1100 otobüs olduğu konuşuluyordu. Bu 50.000 kişi demektir. Her yıl bu sayı daha da artmaktadır.. Eğer bir günde bir yere 50 bin kişi gidiyorsa, elbette orada bir rekabet de söz konusu olacaktır. Bu rant kavgası, Turizm İşletmecileri arasında olur, rehberler arasında olur, oradaki yerli esnaf ve işletmeciler arasında olur vs… Bu olayın bir boyutu.

Hurafe meselesine bakacak olursak, tabii ki orada bu kadar kalabalığa hitap eden rehberler arasında meseleye tam vakıf olmayanlar da bulunabilir. Ben bu noktada Kültür Bakanlığı devreye girmeli ve bölgede kalifiye eleman istihdam etmelidir diye düşünüyorum. Nitekim bu yönde atılmış adımlar da var. Bugün rehberlik belgesi olmayanlara izin verilmiyor. Mesela ben bugün bir grup dostla gitsem bölgeye, onlara toplu olarak bilgi veremiyorum. Verdiğim takdirde astronomik cezalar kesiliyor. Nitekim geçtiğimiz yıl, böyle bir pozisyonda Çanakkale hakkında kitap yazmış olan Vehbi Vakkasoğlu Bey’e ceza kesildi. Bakanlık bu noktada, Çanakkale hakkında eseri olanlara da doğrudan rehberlik belgesi vermesi gerekir. Meselenin izahında madde yönüne olduğu kadar, manevi ve ruh yönüne de işaret etmekte yarar vardır. Bakın ben size Atatürk’ün “Bomba Sırtı” olayından bahsedeyim. Atatürk bu hadiseyi anlatırken diyor ki:

“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperlerin hiç biri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların üzerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik edilecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, işte bize Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Burada Çanakkale’nin manevi boyutuna ve yüksek ruha atıfta bulunuluyor.

Öte yandan müttefiklerin de bu yönde beyanları vardır ki, çok açık ve nettir. Düşmanın Akdeniz Kuvvetleri Komutanı Hamilton: “…Sadece bugün 1800 şarapnel attık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Allah’larından ayırmak için başka ne yapılabilir?…” diye sorduktan sonra şöyle diyordu:

“Bizi Türklerin maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik. Sanki biz daha buralara gelmeden, akıbetimiz kararlaştırılmıştı. Ve şimdi de üzerimizde icra ediliyordu” derken, bir İngiliz Amirali de: “…Toprağı şarapnellerimizle delik deşik ettik. Bir kalburun yüzü gibi birbirine temas eden daireler haline getirdik. Artık bu toprakta bir canlının mevcudiyetine müspet ilim ve akıl inanamazdı. Fakat biraz sonra mermilerle kabarttığımız bu tümseğin altından elinde süngüsü ile bir Türk neferinin ‘Allah’ diye fırladığını görünce aczimizi anladık.” diye çaresizliğini belgeliyordu.

Bu harekâtın fikir babası ve uygulayıcısı olan İngiliz Deniz Bakanı Çörçil ise, Çanakkale mağlubiyetinden sonra mahkemede tazyik altında kalınca şöyle haykıracaktı: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler ile değil, ALLAH ile harp ettik. Tabii ki yenildik…

Bu işin başka da bir izah tarzı yoktur. Gerçekten Çanakkale’de öylesine ulvî hadiseler cereyan etmiştir ki, bunları hiçbir idrak, akıl ve mantık açıklayamaz. Koca Seyyid’in fizik kanunlarını alt üst eden 276 kiloluk mermiyi kaldırmasından, İngiliz Kraliyet Alayı’nın kaybolmasına, Gelibolu ormanlarında korkunç ve yırtıcı Aslanların görünmesinden, küflü, paslı esrarengiz 26 Türk mayınının gizemli ve görkemli başarısına kadar birçok olay mânâ ile ilgilidir.

Şimdi Çanakkale’de bu olaylar yaşanmıştır. Açın okuyun savaşa iştirak eden yerli ve yabancı askerlerin o gizemli hatıralarını. Eğer bazı rehberlerin bu anlattıklarına hurafe deniyorsa, bunu şiddetle reddederim. Elbette askerî ve maddî açıdan büyük bir mücadele verilmiştir. Bu keyfiyeti inkâr eden yok. Zaten 253 bin şehit verilmesi olayın, bu yönünü ispatlıyor. Biz, bu maddî güce manevî olaylar da katkı sağlamıştır diyoruz. Biz değil, tarihçilerin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak ettikleri de budur. Çanakkale’yi sadece maddeyle izah ederek, yüksek ruh ve manevî tarafını görmezden gelmek, en azından bu milletin millî ve dinî değerlerini hiçe saymak anlamına gelir diye düşünüyorum.

• Biraz önce siz de rehber olarak gittiğinizden bahsettiniz. Açık yüreklilikle sorarsak bu iş için ücret alınıyor mu, siz kaç para aldınız?

• Size aynı açık yüreklilikle cevap vereyim. Şu anda böyle bir şey zaten söz konusu değil. Sebebini biraz önce belirttiğim gibi. Ancak daha önceleri rehberlik yapma karşılığında hiç bir ücret talebim olmadı. İsteyenlere kitaplarımızı imzaladık o kadar. Ancak ben bunu bir iş olarak yapmıyorum. Rehberliği bir iş olarak yapanlar, tabii ki bu zahmetlerinin karşılığını alacaklardır. Burada dikkat edilmesi gereken şey, arife günlerinde Kur’an bilmedikleri halde mezarlıklarda ücret karşılığı Kur’an okuyan simsarlar gibi, meseleyi bir rant sağlayıcı boyuta indirgememek gerekir. Siyasî ve askerî yönden tarihi bilmeyenlerin, kulaktan dolma bir takım bilgilerle rehberlik yapmaları elbette tasvip edilemez.

Ben bir tarihçi olarak, bu konuya gönül vermişim. Çanakkale’yi geniş kitlelere anlatmazsam bir vebal olur diye telakki ediyorum. Bu konuda bir menfaat de düşünemem. Aziz şehitlerimiz canlarını vermiş, kanlarını akıtmış bize özgür bir vatan bırakmış. Biz, onların uğruna can verdikleri mukaddesleri muhafaza etmezsek, kahramanlıklarını anlatıp onları hayırla yadetmezsek, ruhlarına bir fatiha göndermezsek vefasızlık olmaz mı?

Bakın size bir şeyi itiraf edeyim. Ben geçtiğimiz senelerde, yetkililere şunu söyledim. Sakarya’dan Çanakkale’ye geziye gidecek tüm okul öğrencilerine, slâytlarla Çanakkale’nin ne olduğunu, nereye ve niçin gittiklerini, bu gezinin turistik bir gezi olmayıp, kefensiz yatan şehitlerimizi hatırlayıp, savaş bölgelerini ibretle ve saygıyla ziyaret etmek gerektiğini anlatalım ki, oraya gidecek gençlerimizde bir alt yapı oluşsun. Üzülerek ifade edeyim ki, benim maddî hiçbir beklentim olmadan, sırf  sorumluluğumun bir gereği, yaptığım bu teklifle hiç kimse ilgilenmedi. Bu gün de artık, böyle bir şey olması çok zor. Zira bizim yurt dışı ve yurt içindeki programlarımız çok yoğun.

• Hocam, hemen söz açılmışken sorayım. Basında haberlerinizi okuyoruz. Sık sık yurtdışına gidiyorsunuz. Yurt içinde sürekli programlarınız oluyor. Mesela nerelere gidiyorsunuz? Ne anlatıyorsunuz? Bizimle paylaşacağınız bir anınız var mı?

• Ağırlıklı olarak Almanya ve Avusturya oluyor. Çünkü gurbetçilerimiz buralarda daha yoğun bulunuyor. Viyana, İnsburg, Linz, Felkır, Bregenz gibi Avusturya şehirleri yanında, Munich, Kepten, Lindau, Vöringen, İmmenstadt’a  Bludenz , İsny  ve Dorbin gibi bir çok eyalet ve şehirde konferanslarımız oldu. Yurt içinde ise, geniş bir yelpazede bu programlarımızı icra ediyoruz. Konular ise zamana göre değişiyor. Mesela Mart- Nisan aylarında “Destanlaşan Çanakkale” yi, diğer zamanlarda da “Çocuk Eğitiminde Anne-Baba’nın Rolü “Mevlana’dan M.Akif’e Kültürel Dinamiklerimiz” gibi konuları işliyoruz.  Şimdilerde daha çok “Türkiye Okuyor” çerçevesinde  “Kültürümüzde Kitap ve Okuma Alışkanlığı” üzerinde yoğunluğumuz var. Biliyorsunuz bu konuda bizim çeyrek asırlık bir mücadelemiz vardı ve o çalışmaları “Kitapların Sırrı” adıyla kitap haline getirmiştik. Onu anlatıyoruz.

Tam yeri gelmiş iken bir anıdan söz etmiştiniz ya. Kitapla ilgili olan bir hatıramı anlatayım size. İki yıl önce yanılmıyorsam İnsburg’da katıldığım bir Çanakkale Konferansında, kalabalık bir salonda bizim konuşmamızdan önce, Avusturya Başkonsolosumuzu bir selamlama konuşması için davet etmişlerdi. Elinde büyücek bir paketle kürsüye gelen Başkonsolos Aydın Bey, selamlama faslından sonra, herkesin meraklı bakışları altında elindeki paketin kurdelesini çözdü ve paketi açtı. İçinden bir abajur çıktı. Kalabalığa göstererek dedi ki: “Ben her gece yatmadan önce, 20 dakika kitap okuyorum. Size de tavsiye ediyorum. Bir abajur alarak yatağınızın başucuna monte edin ve yatmadan önce her gece 20 dakika kitap okuyun.”

Söz sırası bize gelince,  başkonsolosun bu duyarlılığına teşekkür ederek bu okuma süresine 10 dakika ilave ile yarım saat olması gerektiğini söyledik. Öyle sanıyorum pek çok insanımız bu mesajı almış ve gayet iyi okumuştu. Gurbet ilde her şey Türkiye’dekinden çok farklı görünüyor ve değişik bir anlam kazanıyor.. Ezan farklı, Kur’an farklı, bayrak farklı, şarkı, türkü farklı. Anadolu kokan, vatan, bayrak kokan en ufak bir sembol ve simge, insanımızı heyecanlandırmaya ve kanatlandırmaya yetiyor.

• Hocam, Çanakkale ile Medine arasında bir  alaka var mıdır? Bu konuyu da 
açabilir miyiz?

• Olmaz olur mu? Medine’deki ecdat yadigârı El-Muazzam Tren İstasyonu’nun, tarihte önemli bir özelliği vardır. Çünkü burası İslam Şairi Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Destanını yazdığı yerdir. Çanakkale Savaşları esnasında Akif’in de içinde bulunduğu heyet, Necit Çöllerinde görevlidir. Heyet, Medine’de El Muazzam Tren istasyonu’na ulaşmıştır. Akif’in bahtiyarlığı, az sonra alacağı bir zafer müjdesiyle taçlanacaktır. İşte o sırada Başkumandan Vekili Enver Paşa’dan bir telgraf alınır. Bu telgraf, Çanakkale Zaferini kazandığımızın ve düşmanın da mağlup bir şekilde defolup gittiğinin müjdesini vermektedir.

Ben şimdi, zafer muştusunu alan Akif’in Eşref Bey’e sımsıkı sarılıp hüngür hüngür ağladığını ve ardından secde-i Rahman’a kapanıp şükür secdesi yaptığını ve gözyaşlarının hıçkırıklara dönüştüğünü adeta görür gibiyim. Sonra da ellerini Allah’a açarak:  “Ya Rabbi! Bu Çanakkale Zaferi’nin destanını yazmadan benim canımı alma” diye yakarışını duyar gibiyim.

İşte bundan sonra, İstasyonun arka tarafındaki hurma bahçeliğine çekilen Mehmet Akif, bir hurma gövdesine sırtını dayayarak, mum ışığında sabaha kadar hıçkırıklar eşliğinde, o meşhur “Çanakkale Destanı” nı kaleme almış ve şiiri:  Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber,  diye bitirmişti. Bu şaheser karşısında Süleyman Nazif dayanamayacak ve: “Çanakkale’nin şehitleri
olduğu gibi Şairleri de vardır” diyecektir. Çanakkale şehidini Hz. Peygamber’in kollarına tevdi eden, şehitlerimizi tarihe sığdıramayan, gökten ecdadı indirip şehidimizin alnından öptüren,  Kâbe-i Muazzama’yı getirip başucuna mezar taşı
olarak diken, onları Bedr’in aslanlarıyla özdeşleştiren, gece mehtabı getirip sabaha kadar şehidimizin mezarı başında bekleten, şehidimizin mezarı üzerine mor bulutlardan bir tavan çakıp, yedi kandilli süreyyayı da bir avize gibi asan, Mehmet Akif’in “Çanakkale Destanı”, Çanakkale’de değil, Medine El Muazzam Tren İstasyonu’nda yazılmıştır.

Akif bu coğrafyada görevli olduğu için Çanakkale cephesini
görmemiştir. Bir de, cepheye götürülen edip ve şairler arasında
olsaydı da cepheyi görseydi, bu elim manzarayı temaşa etseydi,  bu destanı nasıl yazardı acaba?

• Peki hocam, yabancılar Çanakkale’ye nasıl bakıyorlar ve nasıl değerlendiriyorlar?

• Yabancılar bu işe hala şaşıyorlar. Avrupa’nın bu dev gücü karşısında Türklerin nasıl zafer kazandığını, bu başarının altında yatan sırrı hala çözebilmiş değiller. Mesela bunlardan Churchill,1915’de İngiliz deniz bakanı, savaşın da planlayıcısı. Diyor ki: “İngiltere savaş tarihinde Çanakkale kampanyası kadar acı bir sayfa yoktur. İnanmak istemiyorum. Fakat gerçek. Türk savunması önünde müttefikler armadası mağlup olmuştur. Tek kelimeyle felaket.”

Alman Mareşalı L.V.Sandeers de diyor ki: “Gelibolu yarımadasında Türkler, dünyanın en kudretli donanma ve ordularını dövmüşlerdir. Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkânsızdır. Düşmanları da onlara hayrandı. Yaralı düşmanlarını sırtlarında siperlerine getiriyor, sargı bezi olmadığı zaman, yedeği bulunmayan gömleklerini yırtarak onları sarıyorlardı.”

General Hamilton Çanakkale hezimetine: “Tam bir fiyasko bu” derken, savaş esnasında İngiltere Başbakanı olan Loyd George hayretini şu cümlelere dökmüştü: “Efendiler! Ben bir şeyi anlayamıyorum. Bizim medeni milletlerin orduları, savaşta barbarlığa yaklaşıyor, barbar saydığımız Türk orduları ise, savaşta medenileşiyor. Irak kumandanımızın telgrafı bildiriyor ki, Türkler, esirlerimizin istirahatını fevkalade temin ediyorlarmış, yaralılarımızı da imkânları nisbetinde tedavi ediyor ve onlara şefkat gösteriyorlarmış… İşte bu davranışlarının sebebini, saikini bir türlü anlayamıyorum.” 

Çanakkale için Siyonist ileri gelenlerinden birinin yorumu ise hayli ilginç: “İsrail Devleti’ni, Çanakkale’de verdiğimiz 55 kayba borçluyuz. İngilizlerden İsrail’in kuruluşu için destek sözü alırken, elimde Çanakkale kayıplarımızın listesi vardı. İsrail’e giden yol Çanakkale tepelerinden geçmiştir.”

İngiliz yazarlarından Michael Hickey’in yorumu da şudur: “İngiltere olarak 1914 yılında dünyanın zirvesinde olduğumuzu zannediyorduk. Çanakkale savaşlarında Osmanlılar burnumuzu yere sürttü.”

Bu şekilde daha pek çok örnek vermek mümkün.

• Hocam, Çanakkale kitabını ne kadar zamanda yazdınız? Bu bağlamda başınızdan geçen ilginç şeylerden bahseder misiniz?

• Yaklaşık bir yıllık bir araştırma sonucunda ortaya çıktı Çanakkale kitabı. İlginç olaylar yaşadınız mı dediniz. Şu an aklıma gelen iki olaydan söz edeyim o zaman. Araştırma yapmak üzere bundan 4-5 sene önce çok aziz dostum M.Nihat Ünal ile birlikte, Çanakkale’de büyük kahramanlık gösteren Seyit Onbaşı’nın memleketine, Balıkesir’in Havran İlçesine bağlı Çamlık (Koca Seyit) köyüne gitmiştik. Kabrini ziyaretten sonra evini bulduk, kızı ve torunlarıyla bir söyleşi yaptık. Kitabımızda var bunlar. Köy kahvehanesine uğramadan da geçilmezdi tabii. Gündüz olması hasebiyle fazla kalabalık olmayan kahvedekiler gayet sıcak karşıladılar bizi. Çaylarımızı içerken dedim ki: “Arkadaşlar biz çok uzaklardan, sizin de medar-ı iftiharınız olan Seyit Onbaşı hakkında araştırma yapmaya geldik.” Hep birden:

-“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz…” dediler.

-“İçinizde onu tanıyan, sağlığında onunla sohbet eden var mı? Koca Seyit nasıl bir insandı?”

Birisi:

-“Valla beyim o da senin, benim gibi bir insandı. Fakat rahmetli çok kıvvatlıydı. Bazen biz odun çekerkene merkep çamura basıp batardı. Biz uğraş Allah uğraş. Çıkaramazdık. Bakardık merkep de batacak, hemen onu bulurduk. Gelince bir el atardı. Üstündeki odunlarla birlikte ya Allah tutar merkebi kaldırıp kenara goyuverirdi yani. Bu gadar güçlüydü…” dedi.

Bir Diğeri de dedi ki:

-“Valla O öyle fazla konuşmazdı. Zaten fazla konuşacak fırsatı da yoktu. Ama bi tayın meselesi varmış onu ara sıra çok sorarlarsa anlatırdı. Pehlivan yapılı olduğu için fazla tayın istemiş, fakat sonra ondan da vazgeçmiş. Konuşacak takatı mı vardı ömrü perişan geçti garibin…”

Bizi resmi görevli falan zanneden köşedeki adam birden sesini yükselterek gürledi:

-“Son birkaç yıldır bu garibi arayıp sorar oldunuz. Madem bu adam o kadar kahraman bir adamdı da şimdiye kadar niye arayıp sormadınız. Sağlığında gelip aramadınız. Zavallı yarı aç, yarı tok, üstte başta yok fakir ve perişan yaşadı. Bir gün yüzü gülmedi. Bu kadar yıl geçtikten sonra mı değerli oldu? Niye sağlığında bu adama sahip çıkılmadı? Şunu yapmış, bunu yapmış… Evet, madem bu devlete, bu millete hizmeti geçmişse adamın elinden tutulmalı, yardım edilmeliydi. Öyle kuru kuruya nutuk atmakla olmaz. Sağlığında bir dilim ekmek veren oldu mu siz onu söyleyin…”

Bu sözler üzerine soğuk bir hava esti kahvehanede. Ben de oldukça şaşırmıştım. Az kalsın Seyit Onbaşı’nın ihmal edilmişliğinin faturası bize çıkacak diye endişe ettim. Bereket bir kaçı birden dönerek ona:

-“İyi, hoş sen haklısın da, bu arkadaşların bunda bir suçu yok. İşte bu arkadaşlar ne güzel bunları bizden öğrenmeye gelmişler. Kitap yazacaklar. Tabi bunları da anlatacaklar…” diye bizi savunma ihtiyacı duydular.

Diğer olay daha enteresan. 2005 yazında Edremit’te tatildeydim. Telefonum çaldı. Meşhur tatil beldesi Akçay’a yakın bir otel müdürü arıyordu. Otel oldukça lüks ve büyük. Devre mülk tarzında çalışıyor. Akşamları da geniş ve açık bir yazlık tiyatro salonu var. Orada sosyal ve kültürel proğramlar yapıyorlarmış. ‘Çanakkale ile ilgili bir konferans verebilir misiniz’ isteklerini kabul ettim.Konferanstan sonra imzalanmak üzere bir miktar da kitap istediler. Eşim ve çocuklarla birlikte kararlaştırılan günün akşamı programa gittik. Yaklaşık 1,5 saat kalabalık bir topluluğa konuyu anlattık. Tabi Seyit Onbaşı’nın 276 kg lık mermiyi kaldırarak fizik kanunlarını alt üst eden kahramanlığını da dillendirdik. Ardından sıraya giren izleyicilere kitaplarımızı imzaladık. Para işine otel görevlileri bakıyorlar. Ben sadece imzalıyorum.

Ayrılırken dediler ki:“Efendim, bu akşam 276 kg üzerinde çok durdunuz.İnanmayacaksınız belki,ama tam 276 milyonluk kitap satıldı.Tabi biz belki bir tesadüftür dedik. Ama kitaplarımız 5 milyon Türk lirasıydı. 275 ya da 280 gibi beşin katları çıkması gerekirdi. Durumu biraz garipsemekle birlikte fazla üzerinde durmayarak eve döndük. Bir süre sonra telefonum çaldı. Yine otel Müdürü İbrahim Bey arıyordu ve diyordu ki:

“-Hocam! Konferansa katılanlar çok memnun kalmışlar, çoğu bizzat gelip bize teşekkür ettiler. Haftaya yeni bir grup geliyor otelimize, onlara da aynı formatta bir konferans daha verebilir miyiz?”

“-Hay hay” dedim. Yine kararlaştırılan akşam ailece gittik. Aynı formatta bir konferans daha verdik. Ardından kitaplarımızı imzaladık. Çaylarımızı içerek otelden ayrılırken, bana takdim edilen meblağ, evet belki inanmayacaksınız ama yine 276 milyondu. Öylesine heyecanlanmıştım ki, bütün tüylerim diken diken olmuştu. Yani size izahını yapamayacağım bir duygu içindeydim. Her iki konferansta da ard arda aynı miktarın hem de olmayacak bir rakamın 276 ‘nın elde edilmesine hala bir mana verebilmiş değilim. TV lerdeki sırlar dünyasına benzeyen bir olaydı bu.

• Sayın hocam Çanakkale şehitlerimizin sayısıyla ilgili değişik rakamlar söyleniyor, hangisi doğru?

• Genelde Tarihçiler arasında ve kitaplarda geçen 253 bindir. Ancak bu rakamı 400 bin olarak telaffuz edenler de var. Geçenlerde Türk Tarih Kurumu başkanı ki, üniversiteden benim hocamdır. Yanılmıyorsam 37 binden bahsetti. Bu görüşü kabul etmek mümkün değil, mantıklı da değil. Bu rakam Genel Kurmay kayıtlarında 209 bin civarındadır.

• Muhterem hocam,  İstanbul’u işgal ettirmemek için genç ve dinamik beyinlerimizi, dolayısıyla 253 bin şehidimizi feda ettik. Ama düşman 2 yıl sonra Çanakkale’den geçerek, yine İstanbul’u işgal etti. Peki buna değer miydi?

• Evet değerdi. Niye? Çünkü tarihte konjonktür çok önemlidir. Şartlar 1915’e göre çok değişmişti. Şayet düşman 1915’de Çanakkale barajımızı aşıp İstanbul’a ulaşsaydı, o zaman durum bizim açımızdan çok vahim olabilirdi. Ama 1918’e gelindiğinde dört yıl süren savaştan yılmış ve bıkmış bir dünya vardı. Avrupalı müttefiklerin kamuoylarında savaşın sonlanması konusunda yoğun bir baskı mekanizması işlemeye başlamıştı. Bu yüzden biliyorsunuz İtalyanlar savaşmadan Akdeniz bölgesinden çekilirken, Fransızlar da Güney Doğu bölgesinde ciddi bir direniş göstermemişlerdi. İngilizlerle bir çatışmamız olmamıştı. Geriye onların maşa olarak kullanıp bizim üzerimize Yunanlıları salmaları neticesinde, biz kurtuluş savaşımızı 500 yıla yakın bize tabi olan Yunanlılara karşı yaptık ve kazandık. Şayet biz kurtuluş savaşımızı yukarıda adı geçen devletlere karşı yapmış olsaydık, işimiz çok daha zor olurdu.

• Sayın hocam Destanlaşan Çanakkale kitabı’nı yazarken  sizi en çok etkileyen bölüm hangisiydi?

• Bir kere kitabın içindekilerin tamamı beni derinden etkilemiştir. Şimdiye kadar yazdığım kitapların hiçbirinin, beni bu kadar derinden etkilemediğini belirtmek isterim. Çünkü Çanakkale’yi yazarken ruh dünyamda o kadar derin akisler ve depremler meydana geldi ki, çoğu konuları tüylerim ürpererek ve gözyaşlarıma hâkim olamayarak yazdım. Okuyucularımızın da aynı duyguları yaşayacağına eminim. Fakat bir Galatasaray Liseli öğrencilerin acıklı durumu var ki, yürek dayanır gibi değil.

“Çanakkale gazilerinden en son kaybettiğimiz İvrindi’nin Mallıca köyünden Azman Dede idi. 1991 yılında 104 yaşında kaybettik. İki metrenin üzerinde boyu olduğu için ismi unutulmuş, Azman diye anılır olmuş.

Azman Dede, Çanakkale denince hemen ağlamaya başlardı. Hep korkunç bir savaş gününü hatırlar, ağlardı. Bir gün önce yapılan bir hücumda bölüğündeki bütün arkadaşları şehit olmuş. Sadece kendisi ve yüzbaşısı sağ kalabilmiş. Telefonla takviye istenir. Gece, Galatasaray Lisesi’nin gönüllü olarak harbe katılmış öğrencileri doldurur siperi. Üzerlerinde asker elbiseleri vardır. Ama o kadar acele getirilmişlerdir ki, hiç askeri eğitimleri yoktur. Tüfeklere mermi sürmesini, süngü takmasını bile bilmezler. Yüzbaşı ile Azman dede gün doğmadan tüfeklerine mermi doldurmayı gösterirler, süngülerini takarlar. Gün doğmak üzeredir. Hücum anı beklenmektedir. Birden toplar patlamaya, yerden ateşler fışkırmaya, gök gürültüsünden korkunç sesler içinde siperlere taş, toprak, ceset parçaları düşmeye başlar. Bu çocuklar oyun sandıkları kavganın gerçeğini ancak o anda fark ederler. Makineli tüfek takırtıları, mermi vızıltıları arasında hep beraber siperin bir kenarına çekilip titreşerek beklemeye başlarlar. Bazıları donmuş kalmıştır. Birden içlerinden biri bir marş söylemeye başlar. Biraz sonra yavaş yavaş diğerleri de bu marşa katılırlar. Hepsi toparlanır. Artık gerilmiş yay gibidirler. Hücum emri verilir. Siperden fırlarlar. O gün yüzbaşı ile birlikte hepsi orada şehit olur. Sadece Azman Dede sağ kalabilmiştir. Her Çanakkale’yi anlatışta: “Yüzleri hala gözlerimin önünde” diye ağlar dururdu.

Devletin bekası için İstanbul’un korunması gerekmektedir. Çanakkale bir ölüm makinesidir. İnsan öğütür. Düşman karşısında boşluk verilmemelidir. Burada birilerinin ölmesi gerekmektedir. Cephenin birkaç dakika daha direnebilmesi, arkadan gelenlerin yetişebilmesi için bu gencecik çocukların ölmesi gerekmektedir ölürler. Bunlar gibi daha nice Koçyiğitler, ana kuzuları şehit olurlar. Düşünebiliyor musunuz, 1915 yılında son sınıf öğrencilerinin tamamı öldüğü için Tıbbiye mezun verememiş. Analarımız kardeşlerini, babalarını ve ciğer pare yavrularını kaybetmiş ve adeta budanan bir ağaç gibi kolları, kanatları budanmış. Kurcalarsak Çanakkale’de bir yakınını şehit vermeyen aile neredeyse yok gibidir.

• Sayın hocam Her yıl 25 Nisanda Çanakkale’de bir hareketlenme oluyor. Basında da oldukça geniş yer alıyor. Nedir bu işin aslı?

• Evet doğrudur. Çanakkale bölgesi her yıl Nisan ayının ikinci yarısında bir hareketlenmeye sahne olur. Çünkü 1915’de 24 Nisan gecesi Anzaklar ilk kez karaya asker çıkarmışlardır. İşte şimdi Anzaklar’ın torunları bu tarihin sene-i devriyesinde bölgeye gelip atalarının yaşadıklarını yaşamaya çalışıyorlar. Dualarla atalarını yad ediyorlar.

Peki,  biz de kendimize dönerek soralım. Bu adamlar, binlerce km uzaklardan buralara gelerek, hem de savaşta yenilmiş olan atalarınıanma adına bu kadar güzel şeyleri yaparken bizler,  atalarımız için neler yapıyoruz? Onları anma, hatırlama ve onların ruhlarına birşeyler gönderme adına  ne gibi bir gayretimiz var? İşte başımızı iki elimizin arasına alarak uzun uzun bunları düşünmek zorunda değil miyiz?

• Hocam 18 Mart  Çanakkale Zaferi ve Şehitleri anma için yaptığınız konferanslarda nasıl bir hava yaşanıyor?

• Evet! Bazı şeyler vardır ki, yaşanmadan yaşatılamaz. Hissetmeden hissetirilemez. Ben  Çanakkale’yi anlatırken savaşı yaşarım. Yer yer gözyaşlarıma hakim olamam. Tabiatıyla bu durum salona da yansır. 

• Efendim Çanakkale ile ilgili güzel bir söyleşi olduğuna inanıyoruz. Size zahmetler verdik.Çok teşekkür ediyoruz.

• Ben teşekkür ederim. Bize bu fırsatı verdiğiniz için. Son söz olarak şunu belirtmek isterim. Üzerinde dört iklimin yaşandığı bu cennet vatanda yaşamanın bir bedeli vardır.Verdikleri canlar ve akıttıkları kanlarla bu bedeli ödeyenlere bizim de bir minnet ve şükran borcumuz vardır. Aziz şehitlerimizi daima hayırla yadedelim. Onları unutmayalım. Genç nesillerimize tanıtalım. Özgürce yaşamamızı borçlu olduğumuzşehitlerimize Allah’tan rahmet dileyelim. Ben bu düşüncelerle İlkadım Dergisi okuyucularımıza  sevgi ve saygı ile esenlikler diliyorum.


Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr