Mayıs 2006 M. Fatih TURAN A- A+
A- A+

RÖPORTAJ: BIRAKTIĞIN İZDE ADIM ADIM PEŞİNDE

2003 yılında askerliğimi yapmak için Diyarbakır’daydım. Askerliğimin son zamanlarında ailemle yaptığım bir telefon görüşmesinde bana Zeki SOYAK Hocamın rahatsız olduğunu söylemişlerdi. Hemen Zeki Hocamı aradım telefonla. Telefonda iyi olduğunu söylemişti ama sesi hiç de iyi gelmiyordu, dua dua dua…

2004 yılının Kasım ayında askerden geldim. Ve ilk işlerimden birisi Zeki Hocamı ziyarete gitmek oldu. Vefatına kadar birkaç sefer ziyaret etme fırsatı bulabildim. Rahatsızlığı fazla olduğu için sıkıntı vermek istemiyorduk sık sık ziyaret ederek. En son ziyaretim vefatından bir hafta önceydi. Ayağa kalkamadığı için özür diliyordu. Ve Kayseri’de yeni yapılmakta olan hizmet binasını soruyordu.

Bu alçak gönüllülük ve bu hizmet azmi beni derinden etkilemişti. Şimdi, vefatından sonra biz talebeleri olarak onun bıraktığı yolda aynen devam ediyoruz. Aynı hizmet aşkıyla...

Kıymetli okuyucu; aşağıda 2001 yılında Merhum Hocamla Art fm’de yaptığımız bir röportajı yayınlıyoruz. Bu röportajın Merhum Hocamı farklı yönlerden de tanıtmaya katkısı olacağını umuyoruz. Vesselam…

**

2001- ART FM – NEVŞEHİR

Çocukluğumu Çok Mutlu Yaşadım

Fatih TURAN: Hocam, sizinle uzun zamandır bu programa çıkalım diye epey çaba sarf ediyoruz. Ama bir türlü nasip olmamıştı şu ana kadar. Demek ki 2001 Ramazanın 14. gecesine nasipmiş sizlerle birlikte muhabbet etmemiz.

Zeki SOYAK: Evet

 

Fatih TURAN: Hocam, Nevşehir’de ikamet etmeniz sebebiyle birçok insan sizi Nevşehirli olarak biliyor. Doğum yerinizden, doğum tarihinizden itibaren tanıyalım sizi. Kaç kardeşsiniz? Nerelerde eğitim gördünüz? Hangi okulları okudunuz ve nerelerde görev yaptınız?

Zeki SOYAK: Öncelikle Art fm dinleyicilerini bütün kalbimle selamlıyorum. Biz aslen Kayseri’nin Süksün kasabasındanız. Nevşehir’e aşağı yukarı 80 km. Kayseri’ye de 15 küsur 20 km. arasında bir uzaklığı var. Şu anda fabrikaları da hesap edersek Kayseri ile bitişik sayabiliriz. Ankara - Kayseri asfaltı üzerinde büyükçe, çok eski bir kasabadır. Biz 1938 yılının Kasım ayında bu kasabada doğduk. İlkokul tahsilimizi bu kasabada yaptık ve daha sonra İmam Hatip Lisesini Kayseri’de okuduk. Yüksek tahsilimizi, İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsünde yaptık.

Tabii bulunduğumuz kasabanın her beldede olduğu gibi birçok özellikleri ve güzellikleri var veya olumsuz yönleri var.  Biz kasabada, çocukluğumuzu diyebilirim ki çok mutlu olarak yaşadık. Her çocukluk mutludur ama ortamlar o mutluluğu biraz daha mutlu yapıyor veya ortamlar o mutlu çağı zaman zaman karartabiliyor.

Küçük yaşta annemi kaybetmeme rağmen, diyebilirim ki, o çocukluk çağımızı, o ortam içerisinde olabildiğince mutlu yaşadık. Zannediyorum ilkokul 2. veya 3. sınıflardaydık annemi kaybettim. Tabii o yaştaki bir çocuğun annesini kaybetmesinin sancılarını, acılarını onu yaşayan bilir. Öyle olurdu ki, bazen arkadaşlarımızla okula giderken veya bahçede, meydanlarda oyun oynarken annesi çağırırdı; Ahmet, Mehmet diye, o da anne bir şey mi istiyorsun diye cevap verirdi… Kalbimin taa derinliklerinden bir acı sızlar gelirdi. Yani anne demenin hasreti beni o kadar kaplamıştı ki... Çünkü her çocukla anne arasında muhakkak bir muhabbet bağı vardır, sevgi bağı vardır. Her anne çocuğunu sever, her çocuk da annesini sever. Ama benimle annem arasındaki sevgi ve muhabbet bunun doruğundaydı. Diyebiliriz ki,  bu bir sevdaydı, bir çocuğun annesine karşı sevdasıydı.

Kasaba halkı annemin vefatından sonra çok ağladılar. Yani bütün kasaba halkı üzülmüştü. Çok saliha bir annem vardı. Merhametle bizi kucaklardı. Ben de ailenin en küçüğü olduğum için bize ayrıca bir ilgi olurdu. Tabii o ortam çok mühim. Zamanımız müsaade etse de o ortamların insan hayatındaki etkinliklerini geniş anlatsam. Şöyle kısaca oralardan birkaç cümle de olsa sunmak isterim

 

İnsan Hayatı Zamandan İbarettir.

Bizim bir misafirhanemiz vardı. Eski İzmir - Kayseri ve doğuya giden yol bizim kasabanın içinden geçer. Bizim de dedelerimizden kalma büyükçe bir misafirhanemiz vardı. Yanında ahırı ve samanlığı vardı. Eskiden yolculuklar hayvanlarla, atlarla yapılırdı. O zamanki en modern vasıta at arabasıydı. Şimdiki arabalar falan yoktu tabiî ki.

O misafirhaneye, yol güzergâhında olduğu için, her beldeden insanlar gelirdi. Âlimi, cahili, şairi, güngörmüş insanlar, ülkeleri dolaşmış insanlar… Orada yoğun sohbetler olurdu. Bilhassa kış geceleri kasabanın ileri gelenleri, İstiklal Savaşına katılmışlar, daha önce Birinci Cihan Savaşına katılmış insanlar… Onlar harp hatıralarını anlatırlardı. Köyde çok âlim bir zat vardı. Çok değerli bir insan, maneviyatı olan bir zattı. Kasabada herkes ona hürmet eder, saygı gösterirdi. Akşam olduğu zaman o gelirdi. Orada biriken halka;  misafirler olsun, kasabanın diğer yaşlıları olsun onlara ilmihal kitabı, siyer-i nebi ve diğer kitaplardan okur ve bizleri mest ederdi. O yaşlı insanlardan bazıları türkü söylerdi, kahramanlık türküleri. Bazıları Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemle ilgili naatlar söylerlerdi. Bazıları harp hatıraları anlatırlardı. Ben de ailenin en küçüğü olduğum için rahmetli babamın kucağında hep onları dinlerdim. Şimdiki gibi çay değil kahve yapılırdı. O misafirhanenin bir köşesinde paşa mangalı vardı. Süleyman ağa diye bir yaşlı zat vardı. O otururdu ateşin başında, Kasım ayı geldiği zaman kış boyu, baharın ilk aylarına kadar sürekli böyle devam ederdi. 4 – 5 tane cezve orda sürekli kahve yapılır, biz çocuklar ise babamızın yanında dururduk. Biraz delikanlı olanlar ayrıca oturur, onlar hizmet yapar. Bir elinde testi bir elinde maşrapa su dağıtır, kahve dağıtırlardı.  Orada hatıralar anlatılırdı.

Edebiyata, sanata yani sanat tarihine, eski eserlere ta çocukluğumdan beri aşırı bir ilgim var. Bu ilgiyi ben orada kazandım. Bu hassasiyetleri o sohbetlerde, o ortamlarda kazandım. Ve hâla o ilgim devam eder. Mesela; şiir yazarım zaman zaman. Edebî eserlere ve edebiyata ayrıca bir ilgim var. Tarihe çok aşırı bir ilgim var. Sanat eserlerine; cami, medrese, han, hamam… Bu oranın bana verdiği bir kültürdür. O bakımdan çocukların, bilhassa o yaştaki çocukların ortamı çok mühim. Yaşadıkları şeyler hayatı boyunca onların üzerinde iz bırakır.

Biz daha sonra İmam Hatip Okuluna gittik Kayseri’ye. Tabii kasabayla olan ilgimizi de kesmedik. Yazları ve tatillerde geldik. İmam Hatip Okulunu okurken, o zamanlar Kayseri’de Osmanlının son dönem müderrislerinden hayatta olanlardan da Arapça, Farça, Tefsir, Hadis, Fıkıh vb. İslamî ilimler üzerine özel dersler aldık.

Kayseri makarr-ı ulemadır. Ulemanın karar kıldığı bir merkezdir. Osmanlı döneminde 70 tane medrese vardır. Düşünebiliyor musunuz o dönemi? Kayseri’nin nüfusu o zaman elli bin civarında, belki de daha aşağı. Gerçi Bizans zamanında dört yüz bine kadar yükselmiş. Bizans zamanında çok büyük bir merkezmiş. Daha sonra da birçok beyliklere de merkez olmuş bir şehir. Selçukluların ise yazlık başşehridir Kayseri. Dolayısıyla buraya ulema, sanatçı ve edebiyatçılar akın etmiş. Mesela Mevlana’nın hocası Seyyid Burhaneddin Kayseri’de yatar. Ya da Aksaraylı bildiğimiz Somuncu Baba aslen Kayserilidir. Kayseri’de doğdu, büyüdü, tahsilini yaptı. Daha sonra tahsilini devam ettirmek için Şam’a gidiyor. Ondan sonra da Erdebil’e gidiyor. İran’dadır Erdebil şu anda. Orası bir tasavvufî merkezdir. Oradan sonra Bursa’ya gidiyor. Bursa’da Somuncu Baba lakabıyla anılıyor. Oradan Aksaray’a geliyor. Oradan Darende’ye gidiyor. Daha sonra tekrar Aksaray’a geliyor. Aksaray’da vefat ettiği için Aksaraylı anılıyor. Doğduğu, büyüdüğü, ilim tahsil ettiği yer Kayseri’dir.

İmam hatip okulları yeni açılmıştı. Rahmetli babam okulun açıldığını duymuş. Bir de hâkim akrabamız vardı o da bizi askeri okula gönderip subay yapmak istiyordu. Babam da bunun ikisi arasında karar vermek için düşünüyordu. Kayseri’ye bir gittiğinde oradaki başka bir akrabamızdan İmam Hatip Okulları hakkında bilgi alır. Geri geldiğinde oğlum seni İmam Hatip Okuluna göndereceğim, başka hiçbir okul yok dedi, ne subaylık ne öğretmenlik... Tabii ben subaylığı arzu etmiyordum ama öğretmenliği seviyordum, öğretmen olmak istiyordum. Ben öğretmenliği ilkokuldan beri severdim. Çünkü ilkokul öğretmenim aşılamıştı bunu bize. Ve Rabbim sonradan nasip etti biz de öğretmen olduk. Her neyse babam bana ya okursun ya da kasabada bağ - bahçe ile uğraşırsın dedi. Tabii biz o zamanki küçücük aklımızla düşündük. Burada bağ - bahçe ile uğraşmaktansa gidip tahsil etmek güzeldir dedik.

O zamanki İmam Hatip Okullarının geleceği hakkında hiçbir bilgi yoktu. Maaşlı imam olunup olunmayacağı bile belli değildi. Babam bizi dinini, diyanetini öğrensin diye gönderdi o okullara. Ve şu anda zaman zaman ifade ederim. Babama ayrıca dua ederim. Tabiî ki bir evlat annesine babasına dua eder ama beni İmam Hatip Okuluna gönderdiği için ayrıca dua ederim. Dînî tahsili olmayan insanlar aileden bir şey alırlarsa veya bir hoca efendiden, ya da ehli hikmet bir zattan bir şeyler öğrenebilirlerse kendilerini kurtarabiliyor. Yoksa bu toplum içinde, bu kargaşa, bu terör, bu fikrî anarşiler içerisinde kişinin kendini koruması çok zor.

Daha sonra Yüksek İslam Enstitüsüne İstanbul’a gittik. Ve İstanbul’da da yine bu tahsil hayatına devam ettik. Okulun dışında da orada da Osmanlı döneminden kalma çok büyük âlimlerden ders aldık. Mesela; Ömer Nasuhi BİLMEN hocamızdı. Ahmet DAVUDOĞLU hocamızdı. Sadrettin YÜKSEL hocamızdı. Emin SARAÇ hocamızdı. Bunlardan özel dersler alıyorduk. Mehmet Efendi vardı, Üsküdar’da Çinili Caminin imamı idi. Ondan, Hasan AKKUŞ hoca Efendiden kıraat dersleri alıyorduk. Bir de Ali Üsküdarlı vardı. Bu zat saray imamıydı. Abdulhamid’e de imamlık yapmış bir zattı. Biz tabii onun çok yaşlı bir dönemine denk geldik. Ondan da kıraat dersleri aldık. Dolayısıyla İstanbul’da istediğimiz kadar faydalanamadıysak da ortalama derecede faydalandık. Her zaman ah derim! o günleri değerlendirebilseydik. Çünkü insan hayatı zamandan ibaret, zamanı değerlendirirseniz hayatı değerlendirmiş olursunuz. İşte böyle bir tahsil hayatımız oldu.

 

Fatih TURAN: Hocam maşallah bizim gıyaben ama yakinen tanıdığımız birçok insanlardan ders almışsınız.

Zeki SOYAK: Daha birçokları var. Mesela Zekai KONRAPA, yine Buhari tercümesi ve şerhini yapan Mehmet SOFUOĞLU hocamızdı. Çok değerli ilim adamlarından gerek okulda gerek okul dışında faydalandık.

 

Bizim Mahdum Nurettin İlkokula Giderken Biz Yüksek İslam Enstitüsüne Gidiyorduk.

Fatih TURAN: Peki hocam okul bittikten sonra hemen iş hayatına başladınız mı, öğretmenlik başladı mı?

Zeki SOYAK: Şimdi o kısım şöyle. Biz İstanbul’da hem imamlık yaptık hem tahsil hayatımıza devam ettik. Hatta bizim büyük mahdum Nurettin İstanbul’da ilkokula giderken biz de yüksek okula devam ediyorduk. Sabahları çantaları alırdık, o ilkokula biz Yüksek İslam Enstitüsüne giderdik.

Askerliği yaptıktan sonra ben yüksek tahsile gittim. İmam hatip mezunu olarak ben yedek subay olarak askerlik yaptım. Biz o dönemin son orta öğretim mezunları olarak yedek subay olarak askerliğini yapanlarız.  Son olduğumuz için, yüksek tahsili yaparız yapamayız, askerliğimizi yapalım dedik. Çünkü er olarak askerlik yapmak biraz sıkıntılıydı o zamanlar. Askerlikten sonra yüksek tahsile başladık. 1967 yılının Haziran mezunları olarak 13 kişiydik biz. Bizim için bir mezuniyet günü yapmışlardı. Çok değerli kişiler geldi konuşmalar yaptılar. Hatta Malezya’da o yıl Kur’an-ı Kerim yarışmasında dereceye girenlerden birinci, ikinci ve üçüncüleri de gezi için Türkiye’ye gelmişlerdi. Onlar da bizim programa geldiler, Kur’an okudular. Enfes kıraatleri vardı. Halen bende kasetleri var, zaman zaman dinlerim.  Ali ÜSKÜDARLI hocamız da Kur’ an okudu orada. O bir kurra idi. Muhteşem okurdu Kur’ anı. Uzatmayalım hocalarımızın elini öpüyor, helallik diliyorduk. Zekai KONRAPA hocamıza geldi sıra, dedi ki;

— Zeki, hangi müessesede vazife almak istiyorsun.

O zamanlar bizim okul mezunları hem Diyanette hem de Milli Eğitimde görev alabiliyorduk. Dedim ki;

— Hocam, bizim ta çocukluğumuzdan beri öğretmenliğe bir sevdamız var. Biz millî eğitimde vazife almak istiyoruz, dedim.

— Çok güzel bir tercih yapmışsın, tebrik ederim. Fakat şunu da bil ki Zeki, ne karnın aç kalır ne de doyarsın. Öyle dünyalık bekleme, dedi.

Biz de dünyalık beklemiyorduk zaten. İnsanları seviyorum. Öğrencilerimi çok daha fazla seviyorum. Dolayısıyla bir insana bir şey öğretmek kadar bana mutluluk veren ikinci bir şey daha hatırlamıyorum.

Bizim öğretmenlik vazifemiz başladı, ilk vazifemiz İstanbul’da, sonra Kayseri’de sonra Urfa’da sonra Nevşehir’de. Kayseri’de öğretmenlik, müdür yardımcılığı vazifesini yaptık, 4 sene kadar orda kaldık. Oradan Urfa’ ya müdür olarak tayin edildik. Din eğitimi genel müdürü Mustafa ÇİNKILIÇ hocamdı. Telefon açtı;

— Zeki seni Urfa’ya idareci olarak tayin edeceğiz dedi.

— Ben de hocam beni mazur görün dedim. Ben bunların yanında Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde dışardan derse giriyordum. Ayrıca kadromuzu da oraya aldırabiliyorduk. Ben kadromu oraya aldırıp ilmi çalışmalara ağırlık vermek istiyorum, beni idarecilikten muaf tutun dediysek de,

— Hayırlı mübarek olsun dedi, telefonu kapattı.

Bizim hocalarımıza karşı saygımız vardır. O öyle deyince peki, bunda da bir hayır vardır dedik ve Urfa’ya gittik. Orada yıllarca idarecilik yaptık. Sonra Nevşehir’e geldik. Nevşehir’de de yıllarca öğretmenlik, idarecilik yaptık. O öğretmenlik hayatımızdan sonra halen Nevşehir’de insanlarla meşgul olmayı, talebelerle meşgul olmayı devam ettiriyoruz.

 

Bu çocuklar neden terbiyeli, anarşist değil diye sormuyorlar…

Fatih TURAN: Hocam az önce benim ilk defa duyduğum bir şeyi söylediniz belki konu biraz geriye gidecek ama İmam Hatip Okulu mezunu olduktan sonra yedek subay olarak askerlik yaptığınızı söylediniz. Şimdilerde bırakın askerliği yedek subay yapmayı, imkân olsan kökten kapatacaklar. Konu açıldığı için sormak istiyorum, İmam Hatip Okullarının zaman içindeki seyrine kısaca değinecek olsak neler söylersiniz.

Zeki SOYAK: İmam Hatip okulları 1951- 52 öğretim yılında açıldı ve o gün bugündür birçok grafik çizdi. Başlangıçta İmam Hatip Okulundan mezun olanlar sadece imam olabiliyordu. Ya da imtihanla Yüksek İslam Enstitüsüne girebiliyordu. Başka üniversitelere giremiyordu. Başka üniversitelere girebilmek için lise fark derslerinin verilmesi gerekiyordu. Nitekim bir kısım arkadaşlarımız fark derslerini vererek başka fakültelere geçtiler. Daha sonra İmam Hatip Okullarının ismi 1970 ya da 71 yılında İmam Hatip Lisesi olarak değiştirildi. MSP – CHP koalisyonu döneminde MSP’nin teklifi ve karşı tarafın da kabul etmesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının istedikleri fakülteye gidebilme imkânını tanıdılar. Tabii ondan bu yana da İmam Hatip Liseleri çoğalmaya başladı. Sayıları 300 küsurlu rakamlara ulaştı. Ve memleketin medar-ı iftiharı olacak okullar haline geldi. Hem eğitimiyle hem talebeleriyle hem de yüksek okullara girme oranıyla…

Aslında bugünkü hükümetler, geçmişteki hükümetler bu okulların bu hale gelmesi için çaba sarf edeceklerine; diğer okulların bu okullar haline gelmesi için çaba sarf etmeliler. İşte büyük yanlış burada. Bu çocuklar neden terbiyeli, bu çocuklar niye anarşist değil, bu çocuklar niye terörist değil, bu okullarda okuyan çocuklar, gerek İmam Hatiplerde gerek İlahiyatlarda gerek Yüksek İslam Enstitüsünde hep aldıkları vazifelerde niye başarılı oluyorlar? Çalmıyorlar, çırpmıyorlar, gasp etmiyorlar, devletin kasasını soymuyorlar. Bunlar ahlaklı, temiz, vatan millet için her türlü fedakârlığı yapan insanlar. Niye bu insanlar böyle de diğer okullardan aynı derecede insanlar yetişmiyor? Bunun nedenine, sebebine inip bu okulları saf dışı etmek değil, bu okulları daha da kaliteli hale getirmek ve diğer okulları da bu okulların seviyesine çıkarmak gerekirken maalesef yanlış düşünceli ve vatanını, milletini seviyorum zanneden fakat sevmeyen insanlar bu okulları kapatmak için uğraşıyor. Ben bunu sevgi değil, bu vatana millete büyük bir sıkıntı, hatta zulüm kabul ediyorum.

Bu okullarımızda istediğimiz ilim adamı yetişiyor mu? Yetişmiyor. Fakat ilim adamı öyle sadece sıralarda yetişmiyor. Bu bir hayattır. İlim adamı olmak bir hayat, bir ömür ister ve bir aşk, bir sevda ister. Onun için bu okullarda öğrenciler asgaride bir müslümanın bilmesi gereken şeyleri veya başkalarına öğretmesi gereken şeyleri, anahtar bilgileri alıyorlar. Allah korkusu var, Allah sevgisi var, haram helal duygusu var. Böyle insanlar memlekete ancak ve ancak faydalı olur.

 

Fatih TURAN: Kesinlikle! Yakinen tanıdığımız ünlü öğretmenleriniz vardı. Peki, bizim yine yakinen tanıdığımız ya da ünlü diye tabir ettiğimiz öğrencileriniz oldu mu hocam hiç?

Zeki SOYAK: Evet, epeyce var. Mesela şu anda milletvekili olanlar var, birçok bürokrat olanlar var. Onların isimlerini vermeyim. Üniversitede birçok; hatta kürsü başkanı olan öğrencilerim var. Profesör, doçent vs.. Çok enteresan bir örnek vereyim.  O zaman Kayseri İmam Hatipten bir öğrencim vardı. İsmini söylemeyeceğim. O zamanlar 5. sınıfta not ortalaması 8 olanlar İmam Hatibin 6 ve 7. sınıfında haziranda sınava girip toptan mezun olabiliyordu. Bu bahsettiğim öğrencimin 5. sınıfta not ortalaması 9,9 veya 9,8’di. Çok zekiydi, ben de özel ilgilenirdim gençle. Bu genç 6. ve 7. sınıfı haziranda bitirdi ve diplomasını aldı. Eylülde de lise fark derslerinin imtihanını girdi onu bitirdi ve aynı yıl çok mühim bir yüksek okula girdi ve bitirdi. Şu anda kendisi bir profesör. Yani bunun gibi daha birçok öğrencim, bürokraside, siyasette, üniversitelerde vazife yapıyor. Medyada çok mühim yazarlardan bir kısmı öğrencim olur. Yani o bakımdan mutluyuz. Bir öğretmeni en mutlu eden şey; az da olsa emeği geçmiş insanları, bilgi dağarcığından bir şeyler katkılarda bulunmuş bir insanı vatan, millet, din için faydalı hizmetlerde görmesidir. Bir öğretmeni mutlu eden şey budur. Dünyaları verseniz onu mutlu edemezsiniz ama mesleğini seven, talebelerini seven öğretmenler için en büyük mutluluk talebelerini çeşitli hizmetlerde görmektir. Öğretmenliği bir ticaret, bir gelir kapısı kabul edenler için belki bu hisler yoktur.

 

80 darbesiyle dernek kapatıldı

Fatih TURAN: Hocam, ben muhabbetimizin yönünü birazcık daha değiştirmek istiyorum. Biliyorum ki eğitim üzerinde çok duruyorsunuz bunun sebepleri nelerdir?

Zeki SOYAK: Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Mescid-i Nebevî’ye girmişler ve orda bir topluluk görmüşler. Bakmışlar zikrediyorlar, Kur’an okuyorlar.

“Ne güzel bir topluluk! Allah’ı zikrediyorsunuz, Allah’ın kelamını okuyorsunuz.” buyurmuşlar. Bakmış öbür tarafta da bir topluluk var onlar da ilim mütalaası yapıyorlar.

“Siz de ne güzel topluluksunuz ki, İslam’ın güzelliklerini, Kuran’ın, sünnetin hakikatlerini, esaslarını mütalaa ediyorsunuz, ilim öğreniyor - öğretiyorsunuz.” dedikten sonra: “Ben muallim olarak gönderildim” buyuruyor ve o meclise oturuyor, ilim mütalaasına katılıyor.

Yine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir defasında da Hz. Ali radıyallahu anha:

-  Ya Ali senin vasıtanla bir insanın hidayete ermesi senin için dünya ve dünyanın içindekilerden çok daha hayırlıdır, buyuruyor.

Şimdi bir insanın hidayete ermesi dünyanın ve dünyanın içindekilerden daha hayırlı olursa birçok insanın hidayetine vesile olmanın dünyada karşılığı olabilir mi? Mümkün değil. Kaldı ki bir toplumun üstün medeniyetler kurabilmesi, hayırlı bir toplum olabilmesi, hem dünyalarını hem ukbalarını huzur ve saadete gark edebilmeleri için eğitilmiş insanlara ihtiyaç var. Hele yöneticiler, hele toplumu idare edenler yarım yamalak insanlar olursa, eğitimsiz insanlar olursa, nefsiyle şehvetiyle baş başa kalmış insanlar olursa, dünyaya tapan insanlar olursa, Allah korkusunu, Peygamber sevgisini ve İslam duygusunu kalbinden çıkarmış atmış olan insanlar olursa o toplumun kıyameti kopmuş demektir. O toplum için en büyük bela ve musibet o demektir. Onun için insanların doğruyu, güzeli, hakkı öğrenmeleri, hidayet üzere yaşamaları için insanları eğitmekten daha büyük bir iş yoktur. Onun için Peygamberimiz: “Ben muallim olarak gönderildim.” buyuruyor.

Söz buraya gelmişken biz Mefkûreci Öğretmenler Derneği diye bir dernek kurmuştuk. Genel merkezi Nevşehir’de olan bu derneği 1975 yılında kurduk. 80 yılındaki o darbeyle bütün dernekler gibi bizim derneğimiz de kapatıldı. Ondan sonra da öğretmenler, polisler, subaylar için dernek açmak yasaklandı. Biz o zaman 13 öğretmenle derneği kurmuştuk.  Arkadaşların bir kısmı dedi ki:

- Biz 13 tane öğretmeniz hepimizde bu işi götürecek kapasite de yok. Biz, genel merkezi Nevşehir’de olan ve bütün Türkiye’de şubeleri açık bir derneği yönetemeyiz. Mahallî bir şey olsun, Nevşehir’e has olsun dediler. Ben o zaman kardeşlere demiştim ki:

- Bakınız, siz kendinizi tanımıyorsunuz. Siz inanıyorsunuz her şeyden önce. İnanan insan güçlü insandır. İnanan insan inancının gereği ibadetlerini, taatlarını, vazifelerini yaptığı müddetçe muvaffak olan insandır. Dernek kurmuş bir sürü insan var. Bakın sizin onlardan eksikliğiniz ne? Aksine onlardan birçok fazlalığınız var.

Ve biz o derneği burada, Nevşehir’de kurduk. Çok kısa bir zaman, kapanana kadar 5 yıl içinde 68 şubemiz olmuştu. Nerelerde bu şubeler biliyor musun? Nevşehir’in o zamanlar 25 bin nüfusu vardı. İstanbul şubemiz, Ankara şubemiz, Konya, Kayseri, Bursa, Erzurum, Van ve Samsun gibi büyük vilayetler içinde olmak üzere 68 tane şubemiz vardı. O çok büyük bir hareketti o zaman. Birçok devlet erkânına mektuplar yazdık, eğitimin nasıl olması gerektiğini, eğitimin yanlışlıkları ve fazlalıkları üzerinde teklifler götürdük. Bu tekliflerimizin bir kısmı dikkate alındı. Birçok İslamî hassasiyeti olan öğretmenler bu çatı altında toplandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu dernek yani Mefkûreci Öğretmenler Derneği ilktir ve ikincisi de yok. Birçok öğretmeni bu çatı altında topladık. Eğitim öğretimle ilgili faydalı hizmetler yaptık.

 

Fatih TURAN: Allah razı olsun. Yine aşağı yukarı eğitimle ilgili bir soru sormak istiyorum ben. Biliyorum ki kitaplarınız var şu an hali hazırda sizin yazdığınız yeni kitap çalışmanız var mı onu sormak istiyorum.

Zeki SOYAK: Evet bugüne kadar yayınlanmış 4 kitabımız var malumunuz. Birisi Mefkûre diye bir kitabımız var, ikincisi İzahlı Kırk Hadis adıyla bir kitabımız var, üçüncüsü Ummandan Katreler diye bir kitabımız var, Buhar-i Şeriften seçmeler. 120 hadis var orada ve onun da izahları var. Dördüncü kitabımız da Ölçüler ve Dengeler diye inşallah beşinci kitabımız şu anda metin olarak hazır fakat üzerinde bazı dizayn çalışmalarımız var. İnşallah 2002 yılında o beşinci kitabımız da çıkacak şimdi ismini söylemeyelim. Eğer bir değişiklik olmazsa ciltli ve büyük ebatlı olacak diye düşünüyoruz.

 

Denk geldikçe müzik dinlerim

Fatih TURAN: Kitaptan söz açılmışken, muhakkak ki kitapta okuyan bir insansınız. Son olarak okuduğunuz kitabın ismini öğrenebilir miyiz?

Zeki SOYAK: Son olarak okuduğum kitabın ismini değil de kitapların ismini söyleyebilirim. Çünkü şu anda elimde 4 tane kitap var.

 

Fatih TURAN: Maşallah

Zeki SOYAK: Çünkü benim usulüm şöyle, bir kitabı zaman olur baştan sona bitiririm de bazen de bir kitabı okurken, o biraz insanı zihnen yorabilir. Onu bir noktaya kadar okur başka bir kitaba başlarım, onu okur başka bir kitaba başlarım. Böylece dinlenirim, yani kitapları değiştirerek okuyarak dinlerim. İmam-ı Birgivi’nin Makamat adlı bir Arapça kitabı var onu okuyorum, bitmek üzere. Diğer 3 kitaptan birisi de Altınoluk dergisinin çıkarmış olduğu Örnek Nesil kitabı onu devam ettiriyorum şu anda, elimde yine Arapça bir hadis kitabı var onu devam ettiriyorum. Bir 4. kitap da yine o da Arapça tefsir kitabı var, o kalın birkaç cilt kitap ona devam ediyorum. Bu arada bu kitapların dışında da yazı yazmak için veya benzeri şeyler için birçok kitaplara da mütalaa bakımından bakıyoruz.

 

Fatih TURAN: Peki Hocam, insanlara sorduğumuz zaman özel zevkleriniz nedir? diye.  Hemen gelen cevaplar şu şekildedir. Kitap okumak, müzik dinlemek, seyahat etmek, spor yapmak v.s. Siz de müzik dinler misiniz hocam?

Zeki SOYAK:  Müzik dinlerim. Müzik zevki olarak daha ziyade ilahiler, kasideler, bir de kahramanlık türkülerini falan dinliyorum. Böyle bir zevkim var ama bunlara özel zaman ayırmıyorum denk geldiği zaman dinliyorum.

 

Dedem güçlü bir pehlivandı

Fatih TURAN: Peki bunun yanında sporla herhangi bir alakanız var mı? Çünkü büyük bir spor çılgınlığı yaşanmakta maalesef ülkemizde, daha doğrusu futbol çılgınlığı var.

Zeki SOYAK:  Evet şu anda spor dediğimiz şeyler spor değil. Onun adına her ne kadar spor deniyorsa da; kavgalar, rantlar, edep - ahlak dışı davranışlar sportmen bir insana yakışmayacak şeyler. Bunların adı spor değil ve bugünkü spor gençliğimizi bir nevi lüzumsuz şeylerle oyalamaktır. İspanya’yı 50 yıl, despotça idare eden Franko’ya “50 yıl İspanya’yı nasıl idare ettin?” diye soruyorlar. “On binlik, elli binlik, yüz binlik beşikler yaptım ve toplumu buralarda salladım.” diyor. Yani statlar, boğa güreşleri… Bazen gece saat 11 – 12 de kitap okurken tevafuk oluyor, bir de bakıyorum korna sesleri, çılgınca sesler. Neymiş, filan takımla falan takım maç yapmış, filan takım galip gelmiş. Bunlar gençliğin enerjisini lüzumsuz ve gereksiz yerlerde boşaltma…

Ben güreşi severim. Gençliğimde de ufak tefek güreş tutardım. Benim dedem de güçlü bir pehlivanmış. Gerçi bizde o pehlivanlık yok ama belki ondan kalma bir şey güreşi severim spor olarak. Ata binmeyi çok severim. Gençliğimde çok ata bindim ve atlara da ayrı bir ilgim var.  Bizim kasabımızda atı olmayan insan azdı. Bizde de en az 2 – 3 at olurdu.

 

Amerikalı bir zengin…

Fatih TURAN: Bir soru daha sormak istiyorum. Şu anda gündemde yine malumunuz üzere medya diye bir çılgınlık daha var. Ben esas olarak önce bir soru sorayım, sonra medyayı değerlendirmenizi isteyeceğim. Hocam son zamanlarda film izler misiniz? Ya da izlediğiniz zaman hoşunuza giden oldu mu? Olmadı mı? Ya da kısaca en son izlediğiniz film?

Zeki SOYAK:  Şunu söyleyeyim belki bir kısım insanlar hayret edebilirler ama şu anda bizim evde televizyon olmadığı için ben film seyredemiyorum daha doğrusu seyretmiyorum. Ben televizyona karşı mıyım? Hayır, televizyona karşı olduğum için değil. Televizyon bir alettir onu nasıl kullanırsanız size öyle hizmet eder. İşte biz ART fm’de, bakın ne güzel bir sohbet yapıyoruz. Burada başka şeyler de konuşulabilirdi. Demek ki siz o aleti nasıl kullanırsanız öyle hizmet eder. Yoksa televizyon bir kara kutudur, siz onun içini nasıl doldurursanız, nasıl program yaparsanız öyle.

Biz, başında televizyonun bulunduğu medya araçlarının içeriğine karşıyız. Bugünkü medya ekseriyetle, gençliğimizin, toplumumuzun ahlakını bozuyor, değerlerimizi tahrip ediyor. Bizim 1400 yıllık bir medeniyetimiz var. Bu medeniyet yeryüzünde bir ikinci örneği olmayan bir medeniyettir. İnsanlık bunun ikincisine daha şahit olmuş değil. Böyle bir medeniyetin torunları, bu medya ve özellikle televizyon aracılığıyla nasıl tahrip ediliyor, nasıl insanlarımız taklitçi hale getiriliyor. Kendi özünden kopmuş, kendi değerlerinden mahrum bir nesil, kendi değerlerinden habersiz bir nesil, hatta ve hatta aslî değerlerine düşman edilmiş bir nesil nasıl hür bir toplum haline gelebilir?

Şu anda biz özgürüz zannediyoruz. Hâlbuki hepimiz çeşitli yerlerden esir hayatı yaşıyoruz. Yani bazı yazılarımda da yazdım, zaman zaman da söylerim:

“Amerikalı bir zengin şu bizim bulunduğumuz stüdyo büyüklüğünde, çelik özel bir kasa yaptırmış. Ona şifreli bir anahtar da yaptırmış. O şifreyi de kendisinden başka hiç kimse bilmiyormuş. İçini de çeşitli mücevherat, yakutlar, elmaslar, inciler, altınlar ve tarihî değeri olan şeylerle doldurmuş. Zaman zaman orayı açar, okşarmış elmaslarını, yakutlarını hayranlıkla

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr