Mazide Kalmış Çocukluklar ve Biz
İnsan şahsiyetinin oluşması genellikle çocukluk ve gençlik döneminde gerçekleşmektedir. Son otuz yıl zarfında toplumumuz çok hızlı değişmiştir. Bu değişim bir takım güzellikler elde etmemizi sağlarken; birçok değerimizin de yok olmasına neden olmuştur. Çocukluk, değer kazanma, ahlakî normlar elde etme, kişilik kazanma bakımından unutulmaz anların ve kıymetlerin saklanma yeridir. Bu bakımdan beraberce çocukluğumuzun tarihine duygu dolu bir bakış fırlatalım. Bakalım neler var, neler...
Bir zamanlar oyun diye bir hakikat vardı. Gündüz saklambaç oynarlardı çocuklar, akşam aygördüm
Çelik-çomak oynarken zaman unutulurdu, gözümüzü şişiren çelikten de elimizdeki çomaktan da vazgeçemezdik Aile büyükleri tarafından, kıtlık sebebi sayıldığından “beş taş” oyunu çekinerek, gizli gizli oynanabilirdi.
Arıvız düğün odalarının vazgeçilmez oyunu idi, saatlerce oynasak bile; bir kişinin sırtı dönük, geriye çevrili avucuna, kalabalıktan kimin vurduğunu bilmesiyle ebe olan kişinin değiştiği bu oyunu bir türlü bırakamazdık. Birbirimize kızar, sinirlenir; oyun bittiğinde ise; eski dostluğumuzdan hiçbir şey kaybetmeden düğün odasından çıkmış olurduk.
Düğünler, ah o düğünler! Çocukluk gerçekten düğünlerde yaşanırdı, köylerde. Düğün ‘Arab’ını mı söylesek, kilimden, oraktan, aynadan, merdivenden imal edilen devenin gerçeğine tıpatıp nasıl benzetildiğini mi?
Çarşaflı kadınların analarımızın, bacılarımızın “Hervele” yaparcasına, saflar halinde yürüyerek, seğmen gitmeleri belleğimizde halen capcanlı yerini korumaktadır.
Yine annelerimizin, ablalarımızın, çalınan defle insicam halindeki şimşir kaşıkla, adeta bir armoni oluşturan, (erkek olarak sadece çocukların seyredebildiği), cinselliği öne çıkartmayan düğün oynamalarını nasıl unutabiliriz!
Düğün demek gösteri demekti, eğlence demekti biz çocuklar için. Damadın atacağı bozuklukları kapma macerasını yaşamak vazgeçilmezlerdendi. Düğünün kız tarafında, baş yıkayan kadından elma alabilmek mutluluklardan biriydi. Gelinin allı telli duvağına bakarak neden kırmızı, neden yüz kapalı diye düşünüp, damadın şık giysilerine imrenmek belki bize hayatı sevdiren ilk faktörlerdendi.
1970’li yıllarda da bayram harçlığı vardı. Çocuklar öyle yüksek rakamlar oluşturmayan harçlıklarını kendileri her istediklerini alarak harcarlardı. Mantar tabancası harçlığı bol çocukların alabileceği bir bayram âdetiydi. Tabancası olmayanlar, mantarı taşla patlatır, patlama anında herkes çekirge gibi sıçrayarak geriye çekilir, patlamayı seyrederdi.. Mantar kokusu çocuklara bulunmaz bir zevk verir, büyük bir neşeye sebep olurdu. Her büyüğün eli öpülürdü bayramlarda. Bütün konu-komşu ziyaret edilip; ikram ettikleri kavurga, kuru üzüm ve kabak çekirdekleri ceplere boca edilirdi. Evlerde “neskayfe” henüz bilinmezdi. Kahve özel günlerde özel kişilere ikram edilir, çaydanlık “mahleci”,yani misafir geldiğinde ancak, gaz ocağına sürülürdü. Bayramlarda erkek misafirlere mangalda odun közüyle kahve pişirilirdi. Biz çocuklar dört gözle içilen kahvenin telvesini beklerdik.
Bayramlarımızın en gıcır eğlencesi, bahçelerde kendi kendimize kurduğumuz “gıcır-hop” oyunu idi. Şimdiki çocukların belki zahmetine bile katlanamayacakları şahane bir oyundu gıcır-hop. Bahçenin ortasına kalın bir kuru ağaç kökü dikilir, aynı kalınlıktaki başka bir ağaç kökü tam ortasından oyularak dikilmiş ağacın sivriltilmiş ucuna oturtulurdu. Üstteki ağaç uzun olduğundan uç kısımlarına ikişer kişi, karınlarının üzerine binerler ve karşıdaki iki kişiyi kaldırıp indirmeye başlarlar, bunu yaparken, “gıcır-hop, altın top” diye bağırırlardı. Aynı zamanda, acı kayısı çekirdeği ile yağlanmış olan üst ağacın sürtünmesiyle gıcır gıcır sesleri ortalığı kapladıkça, etrafa yayıldıkça, biz çocuklar apayrı âlemlerde seyri sefer ederdik. Bu günün tahterevallisinin anası sayılacak bu oyunun malzemelerini bulup yerleştirmek bazen yarım günümüzü alabilirdi. Bu uğraş, çocuklara üretmeyi, paylaşmayı ve kendine güven duymayı öğretirdi.
Şimdilerde birçok büyüğün ittifak ettiği konulardan birisi de, elbette saygının ve hürmetin azaldığı konusudur. Bunun sebeplerine herkes kendi geçmişine bakarak inmeye çalıştığında görülür ki, büyüklerin büyük bir ekseriyeti, toplumsal baskı unsuru olmayı yavaş yavaş terk etmektedirler. Bu ise büyüklerin saygınlıklarını yitirmelerine sebep olmaktadır. Daha, yakın tarihlerde bile çocuklar en öncelikli korunmaya muhtaç kabul edilmekteydi. Biz çocukların yaptığı yanlışlıklar, zarar verici haylazlıklar mahalleli tarafından anında aile meclisine iletilir ve aile büyüklerimiz tarafından tedip edilirdik. Ar duygusu, hayâ duygusu bu günkü seviyesinden hayli ilerde olduğundan, sokak ortasında bırakın çocukları gençler bile sigara içmeye yeltenemezdi.
Kış mevsimi geldiğinde kalorifer sıcağıyla, püskül gibi dağılmazdık evin köşelerine. Evin ortasında kürsü (iskemle) olurdu. Kalabalık aile efradı kürsünün etrafını çevirirdi. Çulla örtülü kürsünün altına ayaklarımızı ve dirseklere kadar ellerimizi sokardık. Kesilmiş gaz tenekesinin alt yarısına konulmuş, bazen sobada, bazen tandırda yanmış samanın, odunun közü ayaklarımızı yakacak olur, biraz geriye çekerek ayaklarımızı yanmaktan kurtarırdık. Televizyon, radyo yok. Ninemizin anlattığı masalları birbirimizin yüzünü görerek dinler ve hayal âlemine dalmaktan kendimizi alamazdık. Sırtımız pek ısınmazdı. Lakin o muhabbetin verdiği sıcaklıkla üşüdüğümüzü hissetmezdik.
Uzun kış geceleri Anadolu insanın gelenek ve adetlerini uygulamaya fırsat bulduğu geceler olurdu. Ziyaretler, misafirlikler, kız istemeler, kına geceleri hep gece gerçekleştirilirdi. Biz, o zamanın çocukları, şimdi unutulan, ama belki yüzyıllardır çocukların baş eğlencesi olmuş “Saya gezme” uygulamasını canla, başla almış uygulamış ve hatıralarımıza kaydetmişizdir. Kılık değiştirmiş bir çocuğun liderliğinde akşam mahalledeki bütün evlere uğranır, birtakım maniler söylenir, ev sahibinden bulgur, tereyağı istenir. Toplanan malzemeler baş çocuğun veya başka birinin evinde pilav yapılıp; afiyetle yenirdi. Saya-gezme oyunu, dayanışma, sosyalleşme olgularının gerçekleşmesine yardımcı oluyordu..
Yaz günlerinin nasıl geçtiğini anlayamazdık. On, on iki yaşlarındaki çocuklar eşeklerle tarlaya azık çekerlerdi. Biraz daha büyük olanlar, babalarıyla tarlaya giderler, ekin işlemesini, bağ budamasını, yonca biçmeyi erkenden öğrenirlerdi. Büyüklerimiz, çocukların çalışmasının gerekli olduğuna, çalışmayanların kemiklerinin pişmeyeceğine inanırlardı. Atla düven üstünde harman sürmek hiç yorucu gelmezdi bizlere... Hem iki atı idare edebilmek, hem sap üzerinde dönüp durmak gerçekten bir eğlenceydi.
Evet, bir çocukluğun duygulu ve müspet taraflarının bir kısmını anlatmaya çalıştık. Tabi ki, okuyucularımızdan, ömür bakımından yol kat etmişlerinin, her birinin kitaplara sığmayan çocukluk hatıraları vardır. Biz, hayatımızda nelerin değiştiğine bir göz atabilmek için çocukluğumuzu hatırlamaya çalıştık. Bu arada çocuklarımıza dikkat kesilmemiz gerektiğini söylemeye hiç gerek yok. Bu konuyu Üstadın şu mısraları ile nihayete erdirelim.
Kim demiş çocuk hiçbir şey.
Belki de çocuk en büyük bir şey.