KAPAK-Hayatımız İbadet, İbadetimiz Hayat
Ekim 2020 Mehmet Akif ÇELİK A- A+
A- A+

KAPAK-Hayatımız İbadet, İbadetimiz Hayat

Lügatte “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” anlamlarına gelen ibâdet, dinî bir ıstılah olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve davranışlardır.”[1] Bu tanımdan yola çıkarak ibadet, hayatımızın her anında Allah ile birlikte olma şuurudur, diyebiliriz. İnsanın bir anı dahi yoktur ki, Allah’tan bağımsız yaşamış olsun. Öyleyse ibadeti, hayatımızın her zerresine Allah’ın müdahil olmasıdır, diye de tarif edebiliriz.

İbadet deyince dar kapsamda çoğumuzun aklına gelen, zannediyorum, İslam’ın beş şartından dördünü oluşturan namaz, oruç, zekât ve hacdır. Evet, kelime-i şehadetten sonra Allah’a karşı en büyük sorumluluklarımızdan bazıları bunlardır lakin yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ibadetin anlamını yeniden hatırlayacak olursak, bunların dışında kalan ve hayatımızın kahir ekseriyetini oluşturan çarşı-pazar, iş hayatı, ekonomi, siyaset, eğitim, eğlence, kanunlar, yasama, yargı, yürütme, sağlık, kültür vb. sosyolojik ve psikolojik iş ve işlemlerimizi de ibadet hayatımızın dışında sayabilir miyiz?

Bu kapsamda yaptıklarımız Allah’a karşı ortaya koyduğumuz kulluğumuzdan ayrı mıdır? Elbette değil. Elbette bütün bunlar da ibadet kapsamında değerlendirilebilir. Zira ibadet, kulun Rabbine kulluğunu ispat etmesidir. Her ne kadar bu ispatın bir yönü şeklî ibadetlerimiz (taabbudî) olsa da, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız sosyal ve psikolojik hayatımız, bu ibadetlerin kapsamı dışında değildir. Ve bundan dolayı da her mümin nasıl ki namazda Allah’ın huzurunda olduğu bilinci ile hareket ediyorsa, hayatının diğer geri kalan kısmında da Allah’ın varlığı ile hareket etmelidir.

Lakin bize bir şey öğrettiler son asırda cebren ve hile. Baktılar ki namaz gibi oruç gibi şeklî ibadetlerimizi elimizden alamıyorlar, hacca gitmekten alıkoyamıyorlar, o halde içini boşaltalım dediler. İbadetlerimizin içi boşalınca da sosyal hayatımız da yavaş yavaş elimizden çıkmaya başladı, maalesef. Namazsız olmaz dedik ama göz ve beden tesettürünün çok da önemli olmadığına hükmettik; zenginsen, hacca gitmezsen olmaz dedik ama işi gereği faizli muamele yapmasına göz yumduk; ramazan ayı gelince içkiyi bırakmalısın, oruç tutmazsan olmaz dedik ama diğer aylarda içki içmekten kendimizi almadık; vitrinlik hayır işlerinde geri durmak bize yakışmaz diye vitrinlere oynadık lakin zekâtı vermeye gelince, vermemek adına kırk takla atmayı öğrendik… Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Demem o ki, biz, bize şunu öğrettik: toplumun göz önünde olan ibadetlerini yap, sonra günah sevap demeden ne edersen et… Peki, böyle yapacaksak ibadetlerin ruhu nerede kaldı, bize katmasını beklediğimiz şuur nerede kaldı? Allah ile olan bağımızı ortaya koyan ibadetlerimiz, akıl, kalp ve beden sağlığımız için ne kadar etkili olabildi. Bu sorular hepten cevapsız kalmaya mahkûm oldu gibi. ‘Bu zamanda’ diye başlayan cümlelerimizle ibadetin bizlere kazandıracağı ruhu, şuuru, güzelliği, manayı elimizin tersi ile bir kenara ittik.

‘Aklımı kullanıyorum, mantıken bu böyle olmalı’ diyerek ibadetlerin içini boşalttık, akla ziyan işlerle meşgul olduk. Sekülarist bir yaşam tarzı, dinin sadece camilere sokulduğu, sakallı dedelerin, beli bükülmüş ninelerin, hocaların yanında olduğu zehabına kapıldık. Dünya işlerimizden dini sıyırdık, dar alanlara hapsettik. Ne yaptığımızı bilmeden kalbimizi harap ettik. Akıl ile kalp ortak çalışacakken tuttuk kalbi öldürdük, aklı da pozitivist bir renge büründürdük. Akıl ve kalp sağlam olamayınca ortaya çok rahat günah işleyen ve işletebilen bir beden çıktı. Göz, kulak, gönül çıktı. Hal böyle olunca ne tam Müslüman olabildik ne de tam…

Şu halde bu bedenlerimiz ne namazından vazgeçti ne de işlediği günahlarından. Bir koltuk altına birden fazla karpuz sığar mı? Denedik ve bize göre sığdı, sığdırdık. Aynı anda hem sevap hem günah, hem iyilik hem kötülük, hem dünya hem ahiret olur dedik. Çok da güzel(!) hakkından geldik. Peki ya hakkın huzurunda sığar mı? Çok da önemsemedik bu soruyu ve cevabını.

Hayatın rengi oldukça fazla, oldukça fazla işlerimiz var bizim. Her daim rasat edildiğimizi unutsak da, bizleri unutmayan ve her daim gözetlemede olan Rabbimiz var. Ve O’nun derde derman, ruha gıda, hasta gönüllere şifa emir ve yasakları var. Bizler kul olmayı kabul edip itaat etmeyi Rabbimize garanti etmişsek[2] eğer, nasıl olur da din ve dünya işlerini birbirinden ayırıp, ibadet kavramını ve ibadet hayatımızı namaz, zekât, oruç ve hac ile sınırlandırabiliriz. Var mı böyle bir hakkımız, böyle yapmak haddimiz mi?

Müslüman memleketteyiz ancak yapılan araştırmalarda en iyi ihtimalle namaz kılma oranı %25, haftalık düzenli cumaya gitme oranı %60. Büyük kentlere doğru gittikçe artan bir oruçsuzluk hali almış başını gidiyor. Kişi ‘ben Müslümanım’ diyor ama söylemleri ile dini cehaletin sınırlarını zorluyor. Hakkında net bilgi sahibi olmadığı dini konularda çok rahat bir şekilde ahkâm kesiyor. Deistçe bir yaşam tarzı almış başını gidiyor. İşlerimiz, ahlakımız, ailemiz, düğünlerimiz, ticaretimiz Allah’tan bağımsız hareket eder hale gelmiş.

Müslümanım diyen insana iş, aile, sokak, söz, dil, göz, kulak, namus, ticaret ahlakını anlatmakta problem yaşıyoruz ve üstüne bir de dirençle karşılaşıyoruz. Nedir bu hali pür melalimiz, sorduk mu kendimize? Sormadık ise n’olur soralım, en çok da Müslümanım diyen siyasiler, bürokratlar, öğretmenler, imamlar ve bütün anne babalar sorsun ve dahi her kesimden İslam davasına gönül veren erler sorsun.

Her ne olursa olsun ben Müslümanım diyebiliyorsam, Allah’a rağmen gayrimeşru işlerin içinde olamam. Mutat halde yaptığımız şeklî ibadetlerimizi nasıl ki ihlâs ve samimiyetle yapmamız gerekiyorsa, hayatın içinde yaşadığımız her anımızı da sanki namaz kılıyormuş gibi, hac yapıyormuş gibi aynı hassasiyetle geçirmemiz gerekir. Zira sosyal hayatımız ibadetten, ibadetlerimiz de sosyal hayatımızdan ayrı gayrı değildir. Namazımız ile ticaretimiz, düğünümüz ile haccımız, zekâtımız ile eğlencemiz, orucumuz ile helal rızkımız birbirinden ayrı şeyler değildir. Hepsi bir bütünü tamamlayan parçalardır.

Tüm bu mülahazaların üzerine Müslüman olan herkes önce sağlam bir imana sahip olacak ve aşağıdaki soruları kendine sürekli soracak;

Ticaretim ne halde, kontrol ediyor muyum? Helalinden kazanıyor muyum, zekâtını veriyor muyum? İşimde, tartımda, ölçümde; işçime patronuma, amirime memuruma dikkat ediyor muyum?

Düğünüm, evliliğim, aile hayatım ne halde, kontrol ediyor muyum? Harama helale, mahremiyete dikkat ediyor muyum?

Çocuklarım ne halde, kontrol ediyor muyum? Var mı zihnimizde bir Hatice, bir Fatıma bir Selahattin, bir Fatih…

Ömrüm nerede geçiyor, gençliğim nereye uçtu, yaşımın adamı mıyım, kontrol ediyor muyum?

İlmim ne kadar, ilmimle amelim ne kadar, kontrol ediyor muyum?

Ne yiyorum, ne içiyorum, ne giyiyorum, nerelere gidiyorum, kontrol ediyor muyum?

Etrafıma nasıl faydam dokunur diye bir derdim var mı, dertleniyor muyum?

Malımı nerede kazandım, nereye harcıyorum, kontrol ediyor muyum?

Makamımın hakkını verebiliyor muyum, kontrol ediyor muyum?

Anne-baba-akraba ile ilişkilerim nasıl, kontrol ediyor muyum?

Ezcümle, ibadet dediğimizde aklımıza sadece namaz zekât değil de aslında hayatımızın her anı gelmelidir. Sanki namaz kılıyormuş gibi, sanki hacca niyet ediyormuş gibi diğer dünyevi ve uhrevi işlerimizde de “niyet ettim Allah rızası için” diyerek başlayabilmeyiz, “niyet ettim Allah rızası için” diyebilecek işler yapmalıyız.


[1]DİA-“ibâdet” md.-Mustafa Sinanoğlu

[2] A’raf, 172

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr