Şubat 2006 Fatih YILMAZ A- A+
A- A+

İNSANIN YARATILIŞI

Şu insan denen muammanın yaratılışı, eşsiz organlarla donatılışı ve ruh yapısı gerçekten çok ibret vericidir. Allah’a  iman noktasında, kendi üzerindeki nimetleri tefekkür etse, başka bir delile gerek yoktur.

Allah’ın yeryüzünde halifesi ve yaratılmışların en şereflisi olan insan hakkında doğru ve net bilgileri Kur’an’da buluruz. Kur’an’ın insan hakkında vermiş olduğu bilgilere bugünün fen ilmi henüz ulaşabilmiş değildir. Kur’an-ı Kerim’de insan bütün yönleriyle ele alınmış, konuyla ilgili ayetler onun yaratılışı, mahiyeti ve gayesini bir bütünlük içinde temellendirmiştir. İnsan türünün ilk örneği olarak kabul edilen Hz. Âdem’le ilgili olarak zikredilen ayetlere göre Allah, onu Kudret eliyle yaratmış, yani ilk insan özel bir yaratılışla varlık alanına çıkarılmıştır. Aslı topraktan olan bu gelecekteki yeryüzünün hükümranına Allah Teala ruhundan bir soluk üflemiş, ona “isimlerin tamamını” öğreterek bu isimlerin gösterdiği varlık şemasını kavratmış, nihayet meleklerin insana secde etmesini istemiştir.

İslam, insanın temel özelliğinin yaratılmış bir varlık olduğunu bildirir. İnsan, kendiliğinden, tesadüfen veya sebeplerin birleşmesiyle var olan bir canlı değil, bilakis Allah’ın yaratmış olduğu bir varlıktır. Bu durum onun ilahlık veya kendiliğinden olma özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Ezelî ve Ebedî olan sadece Allah’tır. Diğer canlı cansız bütün her  şey sonradan var edilmiştir.  İnsanın yaratılışı onun gereksinimi olan her şeyin yaratılmasından sonra gerçekleşmiştir. Böylece insan, yeryüzünde bulunan bütün yaratılmışların üzerine halife tayin edilmiştir.

Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve yaratılmışların en şereflisi olan insanın yaratılışını Kur’an-ı Kerim şöyle ifade etmektedir:

“Andolsun ki, Biz, insanı (Âdem’i) kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yarattık.” (el-Hicr 26)

Bir başka ayet-i kerimede ise:

“Andolsun ki sizi (babalarınızın sulbünde) yarattık, sonra da (analarınızın rahminde size suret verdik. (Yahut evvela ruhları yarattık. Sonra atanız Hz. Âdem’i tasvir ettik) sonra da,”secde edin!” dedik(secdeye emir verdik). İblis müstesna (melekler) hemen secde ettiler. (Fakat İblis dayattı) secde edicilerden olmadı.” (el-A’raf 11)

Görüldüğü gibi Allah insanı topraktan yaratmış ve yeryüzünde kendi vekilliğini (halifeliğini) yapacağını  bildirmiştir. Ancak melekler kendilerinin Allah’ı sürekli andıklarını ve hiç kusur işlemediklerini söyleyerek yeryüzünde bozgunculuk yapacak birisinin (el-Bakara 30) yaratılış sebebini ve hikmetini öğrenmek istemişlerdir.

Daha sonra Allah Teâlâ Âdem aleyhisselama, meleklere, varlıkların isimlerini haber vermesini emredince, Hz. Âdem aleyhisselam da meleklere isimleri bir bir saydı. Bunun üzerine melekler Âdem aleyhisselama secde ettiler. Ancak İblis (şeytan) secde etmeyip dayattı. Gururuna  dokundu ve kendisinin ateşten yaratıldığını ileri sürerek Hz. Âdem’e secde etmemesinin cezasını Allah’ın meclisinden kovulmakla ödedi. Bu secde mabuda yapılan secde değil, sadece saygı ve Âdem aleyhisselamın şerefine işaret manasında bir secde idi.  

Allah, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamın eşi Hz. Havva’yı da şöyle yarattığını anlatmaktadır:

“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten (Hz. Âdem aleyhisselamdan) yaratan Allah ve ondan zevcesini (Hz. Havva’yı) vücuda getiren ve her ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz (e karşı şirk ve isyan)den sakının!” (Nisa, 1)

Bu ilk yaratılış dışında insanlar bir erkekle bir kadının münasebetinden meydana gelmektedir. Ancak Allah Teâlâ mucize olmak üzere nasıl Hz. Âdem aleyhisselamı anasız ve babasız yaratmışsa, Hz. İsa aleyhisselamı   da babasız yaratmıştır.

Hıristiyanlar böyle bir mucize sonucu dünyaya gelen Hz. İsa aleyhisselamın -hâşâ- Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmişlerdir. Eğer mucize sonucu dünyaya gelmek insana Allah ya da Allah’ın oğlu olma hakkını veriyorsa, Âdem aleyhisselam buna daha layıktır. Çünkü o, anasız babasız yaratılmıştır. Oysa İsa aleyhisselam sadece babasız yaratılmıştır.

Görüldüğü gibi, insanın yaratılışı hakkında kesin ve net bilgiler veren Kur’an insanın tek yönlü maddî bir varlık değil, manevî yönü de bulunan bir canlı olduğunu bildirmiştir. Günümüz teknolojisinin, fen bilimlerinin, psikolojinin, sosyolojinin yarım ve eksik olarak ele aldığı insan üzerindeki çalışmalar, İslamî ilimlerin çok cüz’i bir kısmını oluşturmaktadır. Çünkü insanoğlunun sahip olduğu “ruh” kavramı Allah’ın insana olan bir lütfudur. Böylece insanda bulunan beden ve ruh ikilisi tek bir canlıda toplanarak insan suretinde vücut bulmuştur. Bu nedenle Allah, yeryüzünde kendi kanunlarının tatbik edilmesi için, ona halifelik görevini yüklemiştir.

 İlk insanın cennetten çıkarılış öyküsü bir yandan insanın zaaflarına, öte yandan sonunda yeryüzünde halife  kılınacak olan bu seçkin varlığın kaderine işaret etmektedir.

Kur’an’ın insana dair diğer önemli bir beyanı da insanın yeryüzünde halife olarak gönderilmesiyle ilgilidir. Ağırlıklı yoruma göre hilafet, esas itibariyle yeryüzünü imar ve ıslah görevi olup insan, bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. Halife kelimesinin sözlük anlamının da işaret ettiği gibi, nesiller boyunca insan, bu görevin yükümlülük ve sorumluluğu altındadır. İnsana iyilik ve kötülüğü kavrayıp seçme yeteneği verilmiştir. Bu sebeple insan kendini sorumlu kılmaya yetecek bir özgürlüğe sahiptir. Olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi için ona göz, kulak ve kalp (akıl) verilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiştir.

İnsanın böyle bir görevle yükümlü olması, bu önemli emaneti yüklenmiş olması, onun yeryüzündeki varlığının temel anlamlarından birini ifade eder. Bu görevi yerine getirme sürecinde aşması gereken en önemli engel yine insanın kendisidir. Çünkü  onun imtihan varlığı  olmasının bir gereği olarak nankörlük, umutsuzluk, geçici hazlara düşkünlük, cimrilik, unutkanlık, böbürlenme, acelecilik, gerçeğe karşı direnme, inkarcılık vb. zaafları bulunmakta olup, ahlakî gelişim sürecinde bu zaaflarını yenmeyi öğrenmelidir. İmtihan safhasında nefsine dur demesini bilmeli, onu bir takım kötülüklerden tezkiye etmeli, kaliteli insan olabilmenin yoluna bakmalıdır.

Özünde en güzel bir şekilde yaratılan insan, bunu başaramadığı zaman aşağıların aşağısına düşmeye mahkumdur. Bu düşüşe “esfel-i safilin” denilmiştir. Unutulmaması gereken bir husus da, dünya hayatının geçici olduğu ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında insan için en akıllıca işin bu yeryüzü imtihanını başarıyla geçme çabası içinde olması gerektiğidir. Yeryüzü imtihanı da zamanı boşa geçirmekle, malayani şeylerle uğraşmakla kazanılmaz. Bediüzzaman Said-i Nursi:

“Malayani ile iştigal maksadı geri bırakır.” diyerek ne güzel söylemiş. Hz. Ali’nin bu hususta çok enteresan bir sözü vardır:

“Lüzûmsuz şeylerin peşinden koşan, lüzûmlu şeyleri kaçırır.”

Diğer canlılar arasında insanın yerine gelince; Allah’ın âdemoğlunu şerefli kıldığını belirten ifade (el-İsra 70), insanın çeşitli güç ve yeteneklerle donatılıp diğer varlıkların onun hizmetine verilmesiyle şerefli kılındığı anlamına gelmektedir. İnsanın hem aklı hem de tutkularının olması, meleklerin ve hayvanların da bulunduğu varlık mertebelerinde ona mümtaz bir yer sağlamaktadır. Bu özelliğiyle insan, bir yandan en güzel yaratılmış olmakla övülürken, öte yandan ahlakî ve manevî düşüş tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Buradan hareketle insanın yüklendiği bildirilen emanet de mükellefiyet olarak yorumlanmaktadır. Emaneti, başka varlık türlerinin değil insanın yüklenmiş olması, onun güç ve ulviyetinin göstermektedir. Ancak ayette işaret edildiği üzere insan tabiatının zalim ve cahil tarafı da vardır.

İslam’ın değerler sisteminde de insan kendi bütünlüğü içinde ele alınmıştır. Ancak Kur’an dînî söylemin tabiatına uygun biçimde insanı ontolojik açıdan tanımlayıp evrendeki yerini belirlemekle kalmaz, onun var oluş amacını da ortaya koyar. Burada insanın özgür iradesi ve aklıyla öteki canlılardan üstün kılındığını belirtir. Böyle bir varlık oluşu onu, bilgi ve kültür üreten, teknik icat eden ve medeniyet kurabilen yegane varlık hâline getirmektedir.  Ancak İslam açısından problem, insanın bu güç ve  imkanlarını hangi değerler istikametinde kullanacağı, dolayısıyla akıbetinin ne olacağıdır.

İnsan, seçiminde özgür olduğuna göre onun özgürlüğünü anlamlı kılacak olan, sorumluluk fikridir. İnsana seçiminin  sonuçlarıyla ilgili  olarak hesap soracak otorite, onu belli bir görevle imtihan etmek  üzere yeryüzüne indiren yüce kudretle aynıdır. Yükümlülük sorumluluğu, sorumluluk da yaptırımı gerektirmektedir. Temelde bu yaptırımları koyan  da aynı otoritedir. İnsanı ve onun tabiatını en iyi bilen Allah olduğuna göre onun varlık şartlarının bütünlük ve realitesine en uygun olanı da Allah bilir ve temel değerleri buna göre belirleyerek kuralları koyar. Bu değerlerin yöneldiği insanî varlık alanı ne yalnızca beden, ne ruh, ne de akıldır; belli bir gayeler hiyerarşisi içinde  bunların hepsidir.

İnsanın bu değer ve kurallarda kendisi için öngörülmüş hikmeti, iyiliği ve gerekliliği aklıyla kavraması, kendisine fıtrî olarak verilmiş iyi-kötü fikri sayesinde mümkündür. İnsanın yeryüzündeki konumunu Kur’an açısından belirlemeye çalışan Muhammed Abdullah Draz,  “Kur’an Ahlakı” adlı eserinde bir inanç, akıl ve irade varlığı, yapan-eden varlık, dolayısıyla bir ahlak varlığı olarak insanın görevini  açıklamak üzere; yükümlülük, sorumluluk, yaptırım, niyet ve gayret kavramlarına hiçbirini ihmal etmeksizin başvurmak gerektiğini ortaya koymuştur.

İnsan, başkalarına karşı iyi kötü bütün davranışlarında nefsini mizan (terazi) kabul ederek, her şeyi onunla tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri başkaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muameleden başkalarının da hoşlanmayacağını kat’iyyen hatırdan çıkarmamalıdır. Böylece o hem yanlış davranışlardan, hem de başkalarını rencide etmekten kurtulmuş olur. Zaten  gül tabiatlı Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mübarek kelamlarında:

“Kendi nefsin için istediğini  başkaları için de istemedikçe, kendi nefsin için istemediğini başkaları için istedikçe olgun mü’min olamazsın.” demiyor mu?

İslam, insana yalnız bir yönlü değil, tam üç yönlü üstünlük tanımıştır:

-İsmet ve himayede üstünlük.

-İzzet ve efendilikte üstünlük.

-İstihkak ve kazançta üstünlük.

İnsan, insan olması sebebiyle üstündür. Yüce Allah :

“Biz Âdemoğlunu üstün kıldık.” buyurmuştur.  Bu üstünlüklerin en genişi, en eskisi, en umumisi ve en devamlısı, bu saydıklarımızdan birincisidir ki, insan o üstünlüğüne doğuşundan, hatta ana rahmindeki cenin halinden itibaren nail olur. Öyle  bir üstünlük ki, onun kazanılması için ne maddî ne de manevî bir karşılık ödenir. Her şeyden önce bu, dokunulmazlık  ve masuniyet demektir. Devamlılık arz eder.

İslam kanunu bu hakkı herkese, bütün insanlığa, erkek veya kadın, beyaz veya siyah, zayıf veya kuvvetli, fakir veya zengin herhangi bir millet veya kabile farkı gözetmeden, devamlı olarak bütün insanlığa tanıyor, yayıyor, ilan ediyor. Bu tanınan üstünlüğü ile insan; İslam kanunu nazarında, her kim olursa olsun; kanı akıtılmaktan, ırzı tecavüze uğramaktan, cinsi değiştirilmekten, vatanından atılmaktan; hürriyeti, yalancılık ve dolandırıcılık yollarıyla ihlal edilmekten masundur, korunmuştur. Herkese  İslam’da bir insanlık hakkı ve üstünlüğü tanınmıştır. Herkesin bir koruyanı vardır.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr