Ekim 2011 Ahmet BELADA A- A+
A- A+

İMRENİLECEK ÖLÜM

Hiç şüphesiz ölüm canlılık özelliği taşıyan her varlığın bir gün mutlaka tadacağı hakikattendir. Durum böyle olunca akıllı insan bu mutlak hakikati bilerek davranmalı ve malum sona öyle hazırlanmalı. O son geldiğinde de, Muaz bin Cebel radıyallahu anhın:

“Merhaba, ölüme merhaba!/Uzunca bir ayrılıktan sonra, / Gelip kapımızı çalan ziyaretçiye merhaba!/Şevkle gelen sevgiliye merhaba!...” dediği gibi diyebilmeli.

Ecdadımızın ortaya koyduğu insanlık dersi ve gıpta edilecek bir ölüm olayını siz okuyucularıma nakletmek istiyorum. 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden Dr. Ömer Musluoğlu, görev yaptığı hastanede başından geçen ilginç bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

“Amerika’ya gittiğim ilk yıllar. Lisanım pek o kadar iyi değil. New York’da, Medical Center Hospital adlı bir hastanede göreve başladım. Fakat vazifem, kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler… Hastaya o kadar önem veriyorlar ki, yeni doktorlar hemen hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.

Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. Tabii kendisi ile İngilizce konuşuyorum:

“Size kan vereceğim! Lütfen kolunuzu açar mısınız?”

Adamcağız kanser hastası olduğu gibi, üstelik kansızdı. Pazusunu açtım. Baktım, pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti. Kendisine sormadan edemedim:

“Siz Türk müsünüz?”

Kaşlarını yukarı kaldırarak ‘Hayır’ manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:

“Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”

“Aldırma işte öylesine bir şey” dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:

“Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım”

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

“Siz Türk müsünüz?”

“Evet Türküm.”

Gözlerime bakarak, anlatmaya başladı:

“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’ım. Avustralya Anzaklarından..

İngilizler bizi toplayıp dediler ki: ‘Barbar Türkler, Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.’ Biz de inandık sözlerine, vaatlerine… Savaşmak isteyenler arasına katıldık…

Avustralyalı Anzak ihtiyar, anlatmaya devam ediyordu:

“Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup, Mısır’a getirdiler o zaman. Mısır’da şöyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orda gördüm. Öyle ki, denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman…

Her taarruzda, bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu… Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi, sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey nedir? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıklarından böyle saldırıyorlar… Meğer barbarlıklarından değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim.

Biz karaya çıktık. Taarruz ediyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz… Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”

Meraktan ağzım açık, yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anlarını anlatırken, hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:

“Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya…

Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice… Bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler. İyi biliyorum ki, onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile, kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı… Şoke oldum doğrusu. Dedim ki kendi kendime:

‘Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar…’ Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı…

Bu duygularla, ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış. Ne kadar Türk düşmanıymış.’ diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce…

Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette, Türk milletini ömür boyu unutmamak için, koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı işte bu.”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:

“Tarihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken, yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de, Amerika gibi bir yerde, yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk…

Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken, bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Müslüman Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar… Buna bütün kalbimle inanıyorum.”

Peşinden nemli gözlerle: “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi.

“Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:

“Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”

“Babam, Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.”

“Yahu senin adın Müslüman adı mı?” Ben. “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı baktı birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp, yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:

“Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Joser Miller idi. Şimdiden sonra ‘Anzaklı Ömer’ olsun.”

“Olsun”

“Peki, doktor, beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?”

Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar, içten içe hep düşünüyormuş da, kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için söz konusu olmuyormuş…

“Tabii” dedim. “ Müslüman olman çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i şehadet getiriyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.

Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan, bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan, bu yaşlı gönlü duygulandırmıştı… Mırıldandı:

“Siz Müslümanlar, tespih çekersiniz. Bana da bir tespih bulsan da, ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam, olur mu?”

Bu sözünden de anladım ki, dedelerimiz savaş esnasında dahi, Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyorlarmış. Neyse uzatmayayım, hemen bir tespih bulup kendisine getirdim.

Hasta, yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu.

Bir gün yanına gittiğimde, samimi bir şekilde rica etti: “Beni yalnız bırakma olur mu?”

“Ne gibi Ömer amca?”

“Ara sıra gel de, bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor…”

“Tabii efendim. Ne demek? Her gün size geleceğim. Merak etmeyin!..”

O günden sonra, her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.

Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum: “Doktor Ömer!.. Lütfen 217 numaralı odaya gelin!” Dedim ki içimden: ‘Bizim Ömer amca galiba yolcu?’ Hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:

Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer, son anlarını yaşıyordu… Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti!.. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa. Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde, kendisine iman nasip olmuştu…

Ne yalan söyleyeyim, ağladım.”

Eee ne dersiniz imrenilecek bir ölüm değil mi?

------

ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE GEZİ REHBERİ:   Talha  Uğurluel  s.95-102

 

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr