Mayıs 2006 Dr. Mehmet ERDOĞMUŞ A- A+
A- A+

EYYUB SABRI

Bir hekim için zorun zoru şüphesiz yakınlarından bir hastayı takip etmektir. Zorluğu, mesleğiniz ile duygularınızı birbirine karıştırmanız, önceliklerinizi uygulamada sıkıntı çekmenizdir. Rabbim bize, hayatını İslam’a adamış, gönül insanı, hakiki dost, kâmil ve mükemmil bir zatı hastalığı vesilesiyle daha yakından tanıma fırsatı lütfetti. Hizmet hayatının son yıllarını hastalık-sabır-şükür üçgeninde azami ölçüde değerlendirmeye gayret eden muhterem Zeki Soyak Hocaefendi ile çok yakın temaslarımız oldu. Rabbim bu müstesna zatın son yıllarında doktoru olma şerefini bize bahşetti.

Muhterem Hocamız, dinimizin sağlık sigortası mahiyetindeki tavsiyelerini hayatında azami ölçüde uygulamaya gayret ettiği için malum hastalığı çıkana kadar ufak tefek rahatsızlıklar haricinde sağlıklı bir insandı. Bu sebeple kendisine yaptığımız genel sağlık kontrolü tekliflerimizi kabul etmedi. Zannediyorum, bir hastalık çıkarsa onunla olan meşguliyetinin kendisini hizmetlerinden biraz olsun uzaklaştıracağından endişe ediyordu. Bir ara küçük ebatlı yapılan tetkiklerde de önemli bir hastalık işareti görülemedi.

Kur’an ve Hadiste Kıssalar ve Hisseler isimli eserinin Hz. Eyyüp aleyhisselam ile ilgili bölümünü yazarken gece vaktinde ani bir görme kaybı gelişir. Ancak bunu kendisi pek önemsemez. Nevşehir’de bir doktor arkadaşın ısrarı üzerine gittiği göz doktoru, göz damarında pıhtı ile tıkanma olduğunu söyler. Takibinin tıp fakültesi hekimleri tarafından yapılmasını ister. Belki hayatının hastalıkla imtihanının başlangıcı burasıydı. Bir yıla yakın bir süre, göz içine enjektör ile ilaç yapılması da dâhil, gözünden tedavi gördü. Ancak; kendisine bu hususta hal lisanı ile şöyle hitap edildiğini düşünüyordu: “Ey kulum! Eyyüp aleyhisselam kıssasını oturduğun yerde, sıcacık odanda, rahat bir ortamda yazmakla olmaz. Sana da bir hastalık vereyim de sabır ve şükrü göster bakalım!”

Bir gün Kayseri’de kendisini ziyaretim esnasında sağ kaburga kemikleri üzerine uyan alanda bir ağrıdan bahsetti. O bölgeye dokunmakla hassas ve ayrıntılı muayene imkânı yoktu. Bölgesel kas iltihabı olarak değerlendirmiştim. Ancak yine de “bir akciğer grafisi çektirsek iyi olur” dedim. Üç-beş gün sonra bir fırsat doğdu ve biz akciğer grafisini çektik. Bir de ne görelim. Ağrının olduğu tarafın aksi istikamette (şikâyetle hiç irtibatı yok) akciğerde tümör düşündüren lezyon vardı. Bu durumda, kendisine hiç açıklama yapmadan, acil tomografi lazım diyerek akşam saatlerinde akciğer tomografisi çektirdik. Gecenin ilerleyen saatlerinde röntgen doktorunun evine giderek filmlerin yorumunda yardım aldık. Akciğerdeki kitlenin kötü huylu olma ihtimalinin düşük de olsa varlığını öğrendik. Bir tanıdık vasıtasıyla akciğerdeki kitleden parça alınması (biyopsi) için birkaç gün sonrasına randevu aldık. Randevu günü bir-birbuçuk saat kadar süren dört beş defalık girişimden sonra kitleden parça alınabildi. Yalnız sonradan öğreniyoruz ki, biyopsi esnasında ortam soğuk olduğu için epey üşümüş. Kalın enjektörle kitleye ulaşmak için dört-beş kez tekrarlanan girişimler sırasında hayli acı çekmesine ve epeyce üşümesine rağmen hiç ses çıkarmadığını, kimseyi kırmadığını sonradan öğreniyoruz. Doğrusu ben de sonucu merakla bekliyorum, kötü çıkarsa ne yaparım diye düşünüyorum. Sonuçların çıkacağını söyledikleri günden iki gün önce, telefonla, sonucun kanser olduğunu öğrendiğimde yaşadığım duyguları anlatamıyorum.

Akciğer kanseri, istemediğimiz ve aslında çok düşük ihtimal verdiğimiz en kötü sonuçtu. Ama yapılan tetkiklerde başka bir organda yayılma tesbit edilemeyince gerçekten çok seviniyoruz. Başarılı bir ameliyatla sonucun da iyi olacağı düşüncesiyle kendisiyle konuşmaya karar veriyoruz. İşin en zor tarafı, genel sağlık kontrolü için ısrarlı tekliflerimi reddeden Hocama ameliyat kararını ve aciliyetini izah ve kabul ettirebilmekti. Evlatları ile beraber bir akşam kendisiyle görüşmeye gittik. Acilen ameliyat olması gerektiğini kendisine ilettik. “Bu süreçte yapılan bunca tetkikler, filmler ne için yapılıyor, ciddi bir şey mi ya da kanser hastalığı mı var?” gibi soruların hiçbirisini sormadığı gibi, ameliyat gerekiyor dediğimizde de, “Niçin?” sorusunu sormadı, ama “bir-iki ay sonra olmaz mı?” dedi. Nedenini sorduğumuzda İlkadım abonelerine hediye olarak verilecek Kıssalar Hisseler isimli eseri bu sürede tamamlayabileceğini, bunun için söz verdiğini belirtti.

“Hocam sağlığınız yerinde olmazsa eseri nasıl tamamlayabilirsiniz?” benzeri ısrarlarımız karşısında, “peki ameliyattan ne kadar süre sonra kitabı yazmaya başlayabilirim?” dedi. Yaklaşık bir ay dediğimizde biraz zorlanarak da olsa ameliyatı kabul etti. Zorlanmasının nedeni ameliyat korkusu değildi. Yazacağı eserden bir maddî karşılık beklediğinden de değildi. Çünkü o zamana kadar yazdığı hiçbir yazıdan, ortaya koyduğu hiçbir eserden veya katıldığı hiçbir programdan en ufak bir bedel almadı. Onun bütün derdi ve sıkıntısı verdiği sözü yerine getirmekti.

Ameliyat olduğunda hastalığın başka bir bölgeye de yayıldığını bilmiyorduk. Zamanla ağrıların ortaya çıkması, ciddi bel ağrısının oluşması üzerine yapılan tetkikler neticesinde hastalığın kemiklere, daha sonra da beyine yayıldığını öğreniyoruz. Hastalığın seyrini izlerken yapılan tetkiklerle ilgili ne sonucu merak ediyor, ne de sonucun kötü çıkmasından ümitsizliğe kapılıyor veya keşke şunları şunları önce yapsaydık demiyor. Zannedersiniz ki, bu tetkikler başkası için yapılıyor veya ne yapıldığını fark edemeyecek yaşta birisi. Hayır, işin bilincinde ama umursamıyor, önemsemiyor. Ben böylesi bir durumla hiç karşılaşmadım doğrusu.

Hastalığı sırasında bile edebe azami riayet etmeye çalışan Hocam, eğer kendisine hastalığı için geçmiş olsun dilemek için gelenler belirli bir saatte gelecek iseler, misafirleri elbiselerini giyerek oturur vaziyette karşılıyordu. Sanki hiç hasta değil, o ağrılarla yakın arkadaş olan kendisi değilmiş gibi hazırlanırdı. Hasta ziyareti için gelene mutlaka yiyecek ve içecek ikram ettirir, o da yetmez, kendisi bunca rahatsızlığına ve dayanılması imkânsıza yakın ağrılarına rağmen gelenin durumuna göre nasihat eder, sohbet eder, tavsiyelerde bulunurdu. Sorulmadıkça hastalığından bahsetmez, onun yerine kısa sohbette bulunurdu. Ben ve mahdumları hastalığının ciddiyetini ve uzun görüşmelerin kendisine zarar verdiğini bildiğimiz için yanında bulunduğumuzda uzun görüşme olmamasına dikkat ediyorduk Ama bizim yanında olmadığımız zamanlarda gelen misafirler, hocamın durumunun tam farkında olmadıkları için bazen uzun süre yanında kalıyorlardı. Hocam bu ziyaretlerde hiçbir şekilde rahatsızlığını hissettirmemeye çalışırdı. Ama uzun ziyaretlerden yorulması nedeniyle geceleri çektiği sıkıntıyı yakinen biliyorum.

Işın tedavisiyle birlikte kemoterapi (kanser için ilaç tedavisi) gördüğü sıralarda bunların yan etkisi sonucu beyaz kan hücreleri 700/milimetreküp civarına düştü. (Normali 4000-11000/milimetreküp arası). Bu esnada vücudun savunması çok azaldığı için maske takılması, özel odada tutulması, insanlarla temasının kesilmesi olmazsa olmazdı. Ama o, beyaz kan hücrelerini yükselten ilaç tedavisi alırken maskeyi düzenli takmadığı gibi, özel korumalı odada da kalmadı. Ziyaretçilerinin bir kısmını da kabul etti. Bulantı nedeniyle ağızdan beslenemediği, damar yoluyla beslendiği, “10 gün süre içinde mideme en fazla bir kilogram gıda gitmiştir” dediği dönemler oldu. Kıssalar Hisseler isimli eserin son bölümünü, işte bu halde iken tamamladı. O zaman yanında sadece bir adet Kur’an-ı Kerim vardı ve sözünü yerine getirebilmek için sağlığını feda ediyordu.

Bazen rahatsızlığı şiddetlendiğinde, bazen ziyaret maksadıyla, bazen kontrol amaçlı yanına gidiyordum. Ağızdan her gıdayı alamadığı, yiyemediği için bulantı yapmayacak gıdalar hazırlanıyor veya getiriliyordu. Bir defasında bana şöyle dedi: “Ben çocuklarıma, bana getireceğiniz bir yemeği, hazırlayacağınız bir gıdayı aman isteksiz getirmeyin, benim midem haram olan veya isteksiz hazırlanan veya getirilen lokmayı kabul etmiyor, ondan rahatsız oluyorum. Bunu bir keramet zannetmeyin çünkü benim midem böyle alıştı. Değişiklik olunca hemen fark ediyor.”

Tekrarlanan ışın tedavisi ve bir doz aldığı kemoterapi sonucu saç ve sakalı dökülüp seyrekleşmiş, zayıflamış, benzi solmuştu. Bu halde kendisini görenlerin üzüldüğünü görünce hemen, bunların geçici olduğunu, zamanla bunların düzeleceğini söylüyor, maddî kayıpların önemli olmadığını asıl mühim olanın manevî kayıp olduğunu belirtiyordu.

Işın tedavisi olmak üzere tıp fakültesine gittiği zamanlarda ışın tedavisi için beklerken oradaki hastalarla tanışır, konuşur, moral verirdi. Hatta birkaç defasında, o hastalara olan merhametinden dolayı, sırasını başkalarına vermişti.

Takdir-i İlahiye bakınız ki sahasında ülkemizde en iyilerden sayılan bir ekip tarafından ameliyat ve takibe alınır. Ancak ameliyat öncesi mutlaka yapılması gereken kemik taraması unutulur. Çok iyi bir merkez ve sahasında uzman bir ekip tarafından başarılı bir ameliyat geçirir. Ameliyat sonrası takiplerde kemik taraması yine unutulur. Her şeyin yolunda gittiği zannedildiği bir anda ağrılar kendini hissettirmeye başlar. Bir süre ağrıların sebebi anlaşılmaz. Sebebi akciğer hastalığının kemiklere yayılması olduğu anlaşılır. Ağrılar öyle şiddetli, gezici, yaygın ki, nerede, ne zaman, ne şiddette olacağı kestirilemez. En iyi tedavisi de o bölgelere ışın tedavisi uygulamaktır. Bunlar yapılır, ayrıca ağız yolu, ciltten flaster yolu, gerekirse damar yolu ile tekrarlayan ve çok yüksek dozda verilen güçlü uyuşturucu ağrı kesicilerden verilmesine rağmen, ağrıyı değil kontrol etmek, hafifletmek bile mümkün olmaz. İşte o ağrılar sebebiyle “Mehmed’im sen hiç bu kadar şiddette ağrısı olan hasta gördün mü?” sorusunu sormak zorunda kalır. Bu kadar yüksek dozda uyuşturucu ağrı kesicinin normalde kişiyi uyutması ve o kişinin ağrıyı algılamaması beklenir. Durum böyle iken bile günlerce uyku yüzü görmediğini çok iyi biliyorum.

Bütün bunların arasında eğer üç-beş defa (maksimum) “ah vah” ifadesini sarf etmiş ise defalarca bu durumdan tövbe istiğfar ederdi. Hatta bir ara ona da şöyle bir formül bulmuştu. Bunu bana şöyle ifade etti: “Bundan sonra dayanılmayacak seviyedeki ağrılara karşı ‘Hayy’ diyeceğim, çünkü o Rabbimin ismi. Onu hatırlayıp halime şükredeceğim. Diğer ifadeyi kullanarak bir hata da işlememiş olacağım.” Öyle de yapmaya çalıştı.

Hastalığı değil kontrol etmek, şiddetini azaltmakta bile aciz kaldığımızda bizim üzüntümüzü ve çaresizliğimizi hisseder, “hastaların etrafında ölüler bekler” diyerek bizi rahatlatmaya ve bize moral vermeye azami gayret gösterirdi. Ölümün hastalıkla değil, ecel ile olduğunu ifade ederdi.

Ağrıların sebebini bulamadığımız günlerde idi. Bel ağrısından dolayı hareket etmekte dahi zaman zaman güçlük çekiyordu. Biraz hava değişikliği olsun, temiz hava alsın, biraz da evimizi şereflendirsin düşüncesi ile bağ evine davet etmiştik. Davetimizi kabul etti ve bir pazar günü için söz verdi. Tam o gün ağrıları artmıştı. Ben başka bir zaman da gelebileceğini ifade etmeme rağmen, söz verdiği ve o gün için yemek hazırlığı yapıldığından dolayı, evimize teşrif etti. Bizleri kırmamak, daha fazla hoşnut etmek için, ciddi mazeretine rağmen, verdiği sözü yerine getirdi. Zaten bizim pek çok eksik, hata ve usulsüzlüklerimize rağmen bizi hiç kırmazdı.

Farklı branşlarda hekim arkadaşları yardım için çağırdığımızda veya yanlarına muayene amaçlı gittiğimizde onlarla tanışır, muhabbet eder, çok hassas, ince ve nazik bir üslupla nasihatte bulunurdu. Hatta bununla da yetinmeyip, kendi yazdığı eserlerden hediye eder veya hediye edilmesini isterdi. Belki birkaç kez gelen hekim arkadaşlar veya kan almak için gelen sağlık personeli ile şiddetli ağrıların olduğu anlarda bile biraz olsun hasbihal eder, bu kişiler kendine gönülden muhabbet besler, onu çok sevdiklerini, böyle insan görmediklerini ifade ederlerdi.

Her ne zaman ziyaret veya muayene amaçlı gitsem veya bir ziyaretçi gelse, gelene ikram unutulsa derhal hatırlatır, bu hususa çok önem verirdi. Bazen rahatsızlığı arttığı zamanlarda beni arattırır, ben de “geliyorum” deyince ben gelmeden, çok sevdiğimi bildiği çayı hazırlattırırdı. İkram düşüncesi o kadar yerleşmiş idi ki hastalığın bunca şiddetine ve uykusuzluğa rağmen bu noktayı hiç ihmal etmiyordu. Yanına gittiğim zamanlarda çoğunlukla ailemin durumunu, işlerin durumunu mutlaka sorar, tavsiyelerde bulunurdu.

Hastalığını hafifletmeye bile gücümüzün yetmediği, aciz kaldığımız bir yönüyle de çok üzüldüğümüz anlarda onun yanında vakit nasıl geçerdi bilemiyorum, anlatamıyorum. Uykusuz da olsam, sıkıntılı veya nöbet sonrası yorgun da olsam, yanından ayrılmakta çok zorluk çekerdim. Vefat ettiğinde, “hazinemi kaybettim!” demek zorunda kalmıştım.

Ağrıların şiddetlendiği sıralarda Rab Teala’ya yalvarır, günahlarına istiğfar ederek sükûneti arardı. Bazen ezanı dinledikten sonra, bazen hiçbir vesile olmadan tabii bir şekilde duaya başlar, en yakınlarından başlamak üzere çok sevdiği hocalarına, üstadlarına, beraber çalıştığı hizmet eri kardeşlerine, İslam ümmetine ve bütün insanlığa dualar ederdi. Biz bir taraftan ‘âmin’ derken diğer taraftan da o atmosferin etkisi ile çok duygulanır, hüzünlenir, hatta gözyaşlarını tutamazdık. Dualarında, dünyada Allah rızası için beraber olduğu ve çalıştığı kardeşleri ile istisnasız cennette de buluşma, görüşme ve sohbet etmeyi istiyordu. Bir defasında “Ya Rabbi, ben yirmi yaşındaki gencin hizmet aşkını duyuyorum, eğer ecelim gelmedi ise senden hizmet ömrü istiyorum” diyecek kadar kendini hizmete adamış, gerçekten samimi olduğu kadar sevdalı ve sancılı bir insandı.

Önemli bir imtihana girip kazanamayan, belki de kazandırılmayan bir kardeşi gösterdiği samimi ilgiden dolayı çok sevmişti. O kardeşin bu durumunu öğrenince çok üzüldü, dua etti, moral verdi. Ayrıca, imtihana tekrar gireceği zaman çalışmasını ve imtihandan önce kendisine haber vermesini istedi, “Ben de dua edeyim” dedi. Gerçekten imtihan öncesi bu kardeş için dualar etti. O kardeş hiç beklemediği şekil ve sonuç ile imtihanı aştığını, imtihan yapan ekibin kendisini hiç zorlamadığını, Hocamın duası bereketiyle imtihanda başarılı olduğunu ifade etmişti.

Hastalığı ilerledikçe ziyaretler kendisi için gittikçe daha sıkıntılı hale gelmişti. Buna rağmen devamlı ziyaretçi kabul ediyordu. Ancak ufak bir ses veya gürültüden rahatsızlık duyduğu dönemlerde ziyarete gelinmesine mani olduk. Durum bu minvaldeyken, kendisinin çok sevdiği ve saygı duyduğu bir Allah dostu zatı, Kayseri’den bir başka Allah dostu ziyarete gider. O Allah dostu, Zeki Soyak Hoca’nın sağlık durumunu Kayserili ağabeye sorar ve ardından, “Zeki Soyak Hoca burada olsa, ben onu her gün ziyarete giderim” der.

Bu ifade Hocama duyurulduğunda üzüldü. Biz ziyaretleri niçin engellediğimizi kendisine anlattık. Ama o, “insanlar hasta ziyareti yapmak istiyorlar, biz engelliyoruz. İnsanlara haksızlık yapıyoruz, bu doğru değil, vebali var” diyerek ziyaretlerin açılmasını istedi. Ancak ziyaretin ölçülü, dengeli ve adaba uygun olması için de bir plan yaparak bir kardeşi bu iş için vazifelendirdi. Ancak bu olanlar yapıldıktan iki üç gün sonra ciddi ve ilerleyici nefes darlığı dolayısıyla tıp fakültesine yatmak zorunda kaldı.

Hastalığının son bir iki aylık döneminde tamamen yatağa bağlı hale geldi. Bacaklarda tama yakın felç (hareket ve duyu kaybı) gelişti. Üst tarafta ise tek taraflı ciddi kuvvet kaybı gelişti. Bir kolunu diğer eli ile ancak hareket ettirebiliyordu. Ağız yolu ile beslenmesini sağlayamadığı için mümkün olduğunca damar yoluyla besliyorduk. Bir taraftan idrar yollarına sondanın takılı kalması zorunluluğu diğer yandan büyük tuvaletini yapmakta günlerce çekilen zahmetin sonucu kabızlık hadisesi vardı. Mutlak yatak bağımlılığı, bacaklarda tama yakın felç hadisesi, beslenmenin zorunlu damar yolu ile sağlanması ve idrar yapma kontrolünün kaybolması, bunlarla birlikte gezici yaygın, şiddetli kemik ağrıları ve uykusuzluk. Bunların üzerine bir de nefes darlığının artması eklenince ve evde bunun biraz da olsa hafifletilemeyeceğini fark edince tıp fakültesine nakletmeyi düşündük, bize hiçbir engel çıkarmadı. Bunca olumsuzlukların peş peşe gelmesi ve hastalığın çok hızlı ilerlemesi karşısında Allah’tan hiç ama hiç ümidini kesmedi. Gün geçtikçe sabrı ve tahammülü de artıyordu. Kendisi en zor sıkıntılı zamanlarda bile hiç ümidini kaybetmez, etrafına ümit ve moral aşılardı. İşte hastalığı esnasında da bunu en güzel şekilde yaptı. Bize de bu ümit ve morali aşıladı ki, ben de ruhunu teslim edinceye kadar şifa hususunda hiç ümidimi kesmedim. Hep fevkalade bir sonuçla iyileşmesini ve düzelmesini bekledim. Bu yüzden sağlığı için yapılacak en ufak şeyi bile ihmal etmemeye çalıştım.

Fakültede yattığı bir haftalık dönemde kendisine kan verildi. Aralıklı buhar tedavisi dâhil, yoğun bir tedavi uygulandı. Sanki hastalık ilerledikçe dayanma gücü, dirayeti, sabır ve tevekkülü de artıyordu. Hiçbir itiraz, kızgınlık, sinirlilik, telaş, ümitsizlik emaresi göremedim. Gündüz yanında daha çok akrabalarından bayanlar, gece ise sıra ile erkek çocuklar kalıyordu. Ben de her gün bir veya birkaç defa ziyaretine gidiyordum.

Bir cumayı cumartesiye bağlayan gece rahmetli Zeki Hocam, oğluna telefonla beni aramasını ve çağırmasını, bana bir şeyler söyleyeceğini belirtir. Ben de hemen gittim, kendisi ile ilgilenmeye çalıştım. Öyle bir halde idi ki, konuşmaya bile mecali kalmamıştı. O gece oğluyla beraber hastanede geceledim. Sesi belki hiç çıkmıyor gibiydi. Ancak zaman zaman tevbe ve istiğfar ifadelerinin kesitler halinde duyulduğu oluyordu. Sabahleyin dinlenmek için ayrıldım, gün içinde tekrar ziyaretine geldiğimde bana söylemek istediği şeyin ne olduğunu kendisine sordum. Şahsımla ilgili özel ve önemli bazı tavsiyelerde ve nasihatlerde bulundu. Son zamanlarda tekrarlayan bir şekilde “Allah razı olsun”, “Hakkını helal et” ifadeleri duyuluyordu. O gün kendisini hayatta gördüğüm son gün oldu. Yine o gün “Ben bu şekilde rahat edemiyorum, benim yatağımı şuraya hazırlayın, ben orada rahat ederim” diyordu ama biz doğrusu pek bir şey anlayabilmiş değildik.

29 Mayıs Cumartesi gecesi saat 02 civarında gelen bir telefonla hocamın Hakka yürüdüğünü bildiren, hüzünlü ama ağlamayan, bir o kadar da dayanıklı bir sesle kalktım. Gece defin ve bu üzücü olayı, yakınlarına, hocalarına, sevenlerine duyurma işleri ile meşgul olduk. Hocamın cenazesi morgda dokuz on saat soğuk ortamda kaldı. Ama cenazesi yıkanırken vücudundaki bir yaradan kan aktığını gördük. 9-10 saatlik soğuk hava deposu bekleyişinden sonra kanın nasıl donmadığını ve kanın nasıl aktığını anlayamadık.

Hastalığının devam ettiği bir yılı aşkın sürede hep sabır ve vecd üzerineydi. Sadece bir kolunu kısmen hareket ettirebildiği zamanlarda bile, “sadece bir kolum sağlam kalsa, onu Allah yolunda feda etmek için hayatımın sonuna kadar cihat ederdim” diyordu.

Sağlığında nasıl kişiliği, samimiyeti, ölçülü dengeli, mütevazı hâli ile ilim ve ahlak eri bir insan olarak örnek bir şahsiyet olduysa, hastalığı döneminde de aynı şekilde örnek oldu. Tabir yerinde ise kendisini unuttu, kardeşlerini öncelikli olarak düşündü, onlara binlerce dua yağdırdı. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz…” hadis-i şerifinin tecellisini en güzel bir şekilde kendisinde gördük.

Rabbim katında ona yüksek dereceler bağışlasın. Bizi de ona layık talebe eylesin.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr