Nisan 2010 Bekir SAĞLAM A- A+
A- A+

Ebubekir Efendimiz ve Sevgilisi

Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimize ortaya çıkıp hakikati haykıralım diye teklif ediyordu. Efendimiz ise sayılarının çok az olduğunu ve zayıf olduklarını ifade buyuruyorlardı

Bir gün yine Hz. Ebubekir: “Artık meydana çıkalım. Hakikati haykıralım, ey Allah’ın peygamberi!” dediler. Efendimiz Ebubekir’i onayladılar. Efendimiz, Müslümanlar ve H.z Ebubekir Kabe’ye geldiler. Her sahabe kendi kabilesinden olan insanların arasına girdi. Az sonra fırtına kopacaktı.

Hz. Ebubekir ortaya çıktılar, yüksek sesle yalnız Allah’a bel bağlanacağını, yalnız Allah’a ibadet edileceğini ve kesinlikle putlara dayanılmaması gerektiğini dillendirmeye başladılar. Müşrikler daha fazla dayanamadı ve Hz. Ebubekir efendimizin üzerine yürüdüler. Ortalık bir anda ana baba gününe döndü. Hz. Ebubekir efendimize tekme tokat girmişlerdi. Özellikle müşrik Utbe tekmeleriyle Hz. Ebubekir’in mübarek yüzlerine birkaç tane vurmuşlardı. Giderek olay tam bir linç haline dönüşüyordu. Ama Teym kabilesi yetişti. Ebubekir efendimiz Teym kabilesindendi.

Hz. Ebubekir ise çoktan bayılmıştı. Teymliler Ebubekir efendimizi bir örtünün içine koydular ve evine götürdüler. Bu arada Teym kabilesi Kabe’ye bir duyuru astı: “Şayet bu dayak sonucunda Ebubekir ölürse; Utbe Teym kabilesinden yakasını kurtaramayacaktır. Herkes bunu böyle bilmelidir.”

Hz. Ebubekir’in annesi Ümmü Hayr, Hz. Ebubekir’i kan revan içinde görünce bir çığlık attı. Şahinler gibi Hz. Ebubekirin üzerine kapandı “yavrum yavrum” diye inledi, figan eyledi. Teym kabilesinin ileri gelenleri baygın yatan Hz. Ebubekir’in çevresinde oturuyorlardı. Hz. Ebubekir’in hali umut vermiyordu. Nefes almada zorlanıyordu. Bir ara kısık bir sesle: “Peygamber nerede?” diye sordu. Teymliler suratlarına bir tokat yemiş gibi oldular. Şaşırdılar ve “Ölüp gidiyorsun hala Muhammed’i sayıklıyorsun” sonra Ümmü Hayr’a “Ey Ümmül Hayr! Sen ona bir şeyler yedir. Yahut sulandırıp içir.” dediler.

Ümmül Hayr’ın bedeni titriyordu. Kalbinin ayakları, kolları kırılmıştı. Gönlü hüzün dağları oluvermişti. İçin için ağlıyor ve yavrum diye inliyordu. Anne Ümmül Hayr biriciğine bir şeyler yedirmek istedi. Ama Hz. Ebubekir ağzını açmıyordu. Azıcık kendine gelir gibi oldu: “Peygamber nerede?” diye sordu. Annesi: “Vallahi arkadaşlarının nerede olduğunu bilmiyorum.” dedi. Hz. Ebubekir “Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e git ve haber getir.” dedi.

Ümmül Hayr yola koyuldu. Said b. Zeyd’in evine vardı. Kapıyı çaldı ve kapıyı Ümmü Cemil açtı.

- Kızım! dedi Ümmül Hayr, ve Ebu Bekir sana selam ediyor ve Muhammed b. Abdullah’ın durumunu soruyor.

- Ben ne Ebubekir’i biliyorum ne de Muhammed b. Abdullah’ı.

Ümmü Cemil Müslüman olduğunu gizliyordu. O’nun gibi nice müminler de gizliyorlardı. Mekke’de ortam tam bir terör ortamıydı. Mekke müşrik devleti topluma ter… egemen kılmıştı. Müslümanlar kimliklerini gizlemek zorundaydılar. Kimliklerini açıklayanlar çetin şartlara, işkencelere ve nice mağduriyetlere mahkum kalıyorlardı.

Ümmül Hayr “Ama kızım beni sana o gönderdi. Hattab’ın kızına git, dedi.”

- Demiş olabilir ama ben dediğin adamları tanımıyorum. Ne halde olduğunu öğrenmek isteyen gider kendi öğrenir.”

- Pek hastadır kendisi, gidecek halde değildir.

Ümmü Cemil bir çözüm yolu buldu.

- Eğer istersen oğlunun yanına gidebilirim.

- Ne iyi olur.

Beraberce yola çıktılar. Odaya girdiklerinde Hz. Ebubekir’in  perişan halini görünce Ümmü Cemil var gücüyle bağırdı. “Kafirler! Fasıklar! Seni bu hale getirdiler öyle mi? Dilerim intikamını Allah Teala alır.”

Ebubekir efendimiz:

- Peygamber ne haldedir?

- Annen burada, söylediklerimizi duyuyor.

- Annemden zarar gelmez, çekinme…

- Peygamber efendimiz, sıhhatte ve selamettedir.

- Nerededir?

- Erkam’ın evinde.

- Gidip görmem lazım.

- Bu halde gidemezsin.

- Vallahi peygamberi görünceye kadar bir lokma yemem, bir yudum su içmem.

Aradan birkaç saat geçti. El ayak çekildi. Gecenin sessizliği her tarafa hâkim oldu. Artık gidebilirlerdi. Ama nasıl? Hz. Ebubekir’in yürümesi mümkün değildi. Ayakta durabilecek takati yoktu. Ammesi bir koluna, Ümmü Cemil diğer koluna girdiler. Dar sokaklardan sessiz bir halde Erkam’ın evine vardılar.

Peygamber efendimiz Hz. Ebubekir’i yaralar içinde görünce gül yüzleri soluverdi. Deryalar içre gözlerden damlalar üst üste dökülüyordu. Hemen kucakladılar, bağrına bastılar. Derin bir sükût oldu. Hüzün türküleri dört bir yandan ılgıt ılgıt geliyor gibiydi. Ama yüreklerde Allah vardı. Allah için bir çaba vardı. Allah için hayat ve hayatlar vardı. Allah için olunca gamlar toz duman olurdu. Hz. Ebubekir’in “Anam babam sana feda olsun” diye kısık sesiyle içindeki manayı dillendirdi.

Hz. Ebubekir bu fırsatı kaçırmak istemedi. Peygamber ve annesi aynı meclisteydi. Yediği dayakları kanlar içinde kalmış bedenini unutuverdi. Ah anacığı bir Müslüman olsundu. Hz. Ebubekir nice dayaklar yese de zerrece elem ve keder değildi. Hz. Ebubekir: “Ey Allahın peygamberi! Benim annem, evladı hakkında pek hayırlı, pek şefkatlidir. Ona dua etsen ey Allah’ın elçisi! Dua et ki Allah Teâlâ ona kendi yolunu ihsan eylesin ve cehenneminden kurtulsun.

Peygamber efendimiz bütün varlığıyla kendini duaya kilitledi. Ümmül Hayr’ın Müslüman olması için Allah’a en içli dualar ettiler. Çok sürmedi, Ümmül Hayr kelime-i şehadeti söylemeye başladı. Hz. Ebubekir ve anacığı nasıl da kucaklaşıyorlardı. Ayakları sanki yerden kesilmişti. Mana ikliminin şahinleri olmuşlardı. Aynı iklimde kanatlanmak, pervaz açmak ne kadar muhteşemdi. İkisinin de gözleri dolu doluydu. İkisinin de dillerinde Allah’a şükürler vardı. Allah’a hamd-ü senalar vardı.

Oğul anacığından önce varoluş çizgisine gelmişti. Asıl yörüngesini bulmuştu. Şimdi ise anası asıl yörüngesine oturuyordu. Hz. Ebubekir ömrünün en huzurlu, en sevinçli günlerindeydi. Artık o Rabbinin yoluna nasıl kurban olmazdı? Bütün varlığını O’nun yoluna nasıl vermezdi?

Hz. Ebubekir asil bir insandı. Peygamber iklimine girişte hiç gecikmemişti. Zira o fıtratını hiç yozlaştırmamıştı. Çirkin Mekke müşriklerinin hayatına hiç meyletmemişti. Ne bir damla içki içmişti, ne de namusu gölgeleyen yollara dönüp bakmıştı. O tertemiz olarak yaşıyordu. İçinin temizliğini koruyagelmişti. Allah insanın iç ve dış dünyasını ne kadar güzel yaratmıştı. İç dünyasını, gönül âlemini güzelliğe endeksli donatmıştı. İnsan bir güzellikle görüverse hemen oraya yöneliverirdi. Kalbinin yapısı böyleydi.

Hz. Ebubekir Peygamber Efendimizdeki muhteşem güzelliği hemen fark etmişti ve hiçbir an gecikmeden hemen ona, o güzele koşuvermiştir.

Cabir b. Samure radıyallahu anh anlatıyor. Yatsı namazından sonra mescidin önünde oturuyorduk. Aynın on dördü idi. Gökyüzünde en ufak bir bulut yoktu. Ay bütün ihtişamıyla geceyi aydınlatıyordu. Ay bu görkemli ışınlarıyla geceyi neredeyse gündüze çevirmişti. Bir de ne göreyim! Uzaktan Peygamber Efendimiz geliyor! Mübarek yüzlerindeki nur o kadar parlıyordu ki içimden şöyle bir düşünce geçiverdi; acaba ay mı daya aydınlık yoksa peygamber efendimizin gül yüzleri mi daha aydınlık? Bir aya bir Peygamber Efendimize baktım. Sonra defalarca aya ve Efendimize baktım. Allah’a yemin ederim ki Peygamber Efendimizin gül yüzleri aydan çok daha aydınlıktı.

Hz. Cabir’in anlattığı bu manayı anlamak çok zor değildi. İnsana gerip gelecek bir tarafı yoktu. Biliriz ki ay ışığını güneşten alırdı. Efendimiz ize nurunu Rabbinden alırdı. Allah’ın nuru efendimizin kalbine tecelli ediyordu. Yine bildiğimiz bir husustu; yüzler kalplerin aynasıydı. Kalplerde ne varsa yüzlere yansırdı. Gülen bir yüz görsek kalbinin huzurla dolu olduğunu hemen anlardık. Öfke saçan bir yüz görsek kalbinde kinden dalgaların dalga gagla olduğunu kavramakta hiç gecikmeyiz.

Efendimizse Allah’ın nurunun tecelli ettiği bir kalbe sahipti. O muhteşem nur Efendimizin kalbine yansıyor, oradan da gül yüzlerine yansıyordu.

Gönüllerse güzelliğe vurgun yaratılmışlardı. Gönül bir güzel görmesinde hemen ona akıverirdi. Bütün varlığıyla o güzele yöneliverirdi.

Hz. Ebubekir efendimiz kâinatın peygamberindeki o muhteşem güzelliği derinden kavramıştı. Haliyle bütün varlığıyla o güzele bağlanıvermişti. Bu nedenle baygınlık zamanlarında dahi az kendine geldiğinde dilinden dökülüveren sevgiler sevgilisinin ne halde olduğunu, öyle demiyor muydu? Korkma halinde, bir an kendine geldiğinde, kalbinin bütün katmanlarına oturan manayı dile getirmeye çalışıyordu: o nerde? Ona bir şey oldu mu?

Oysa iş nefsin zemininde cereyan etseydi şunları görmemiz söz konusu olacaktı. Hz. Ebubekir biraz kendine geldiğinde, kendini bu denli perişan edenlere var gücüyle bağırarak: “Alçaklar! Namertler! Bunun intikamı korkunç olacaktır…” şeklinde ifadelerine tanık olacaktık. Ama onun gönül dünyasında sevgilisi vardı. Ona bir şey olur diye bütün varlığıyla titriyordu. Ona bir şey olmadıysa dünyalar yıkılsa önemli değildi ama ona bir şey olursa işte o zaman dünya gerçek anlamıyla yıkılırdı.

Efendimiz Medine’ye Hicret ediyordu. Medine’de ise herkes ayakta onu bekliyordu. Heyecanlar kelimelerin taşıyacağı cinsten değildi.

Ufuklarda o görünmüştü

Tepelerden sevgili görünmüştü

Medineliler kalpleriyle ayağa kalkmıştı

Kalbinden oluşan manalar dillerine dökülüyordu

Üzerimize ay doğdu veda tepelerinden…

Karanlıklar aydınlanıyordu. Önce gönüller aydınlanıyordu. Sonra hayatlar aydınlanıyordu.

Hz. Ebubekir sevgilisinin hemen yanındaydı. Sevgilisiyle Medine’ye girişleri tam bir destandı. İnsanlık böyle bir ikili, böylesine sevgilileri hiç görmemişti.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr