Mart 2010 Fatih YILMAZ A- A+
A- A+

Can-ı Gönülden

Cenab-ı Hak, verdiği mümtaz vasıflar sayesinde insanı kendisine halife kılmıştır. O’nun, insanı nefs ve ruh gibi, birbiriyle daima mücadele halinde olan iki zıt vasıflarla donatması da yeryüzündeki imtihan sebebiyledir.  Zira mahlukatın en şereflisi olan insan, cüz’i iradesini hayra ve şerre kullanabilmesi sebebiyle “hayvandan da aşağı” bir nokta ile “melekten üstün” bir mevki arasında yerini alacaktır. Bu ise, kulun gayretine göre, fıtratında mevcut olan müspet ve menfi temayüller arasındaki mücadeleden hasıl edeceği neticeye göre gerçekleşecektir.  Bu mahlukat içinde irşad, terbiye ve tezkiyeye en çok muhtaç olan, insandır.

İnsanoğlu, Yüce Yaratıcı’nın halifesi olarak büyük işler başarmak ve değerli eserler ortaya koymak için bu dünyaya gönderilmiştir. O, bu mükellefiyetin şuurunda ise, eşya ve hâdiselerin içine girecek, onlara müdahale edecek, her gün başka terkip ve başka tahlillerle, yeni yeni san’at eserleri ortaya koyacak… Bütün bunları yaparken de her an,  Hakk’ın sonsuz irade ve kuvvetini sezecek ve şükranla Rabbine karşı kulluk görevini can-ı gönülden yerine getirecektir.

Bu yüce vazifeleri görebilmesi için gerekli olan şeyler ise, ona çok önceden verilmiştir. İnsanlığa yükselmek için irade ve heyecan; kâinat ve içindekileri tanıyıp sevmek için merak ve güzellik aşkı; dürüstlük ve adâlet için vicdan; varlığa alâka duymak için kalb; bu lütûfları yerinde kullanma ve belli bir ölçüde, iyiyi kötüden ayırt edebilmek için akıl; nihayet, bütün bu işleri yanılmadan, arızasız görebilmek için de vahyin aydınlatıcı nuruyla pırıl pırıl bir atmosfer...

Maddî-mânevî bu kadar lütûflarla şereflendirilerek dünyaya gönderilen insan, mahlûkat içinde eşi benzeri olmayan bir varlıktır. Ne var ki o, Yaratıcı’nın bu armağanlarını değerlendiremediği zaman, O’nun halifesi olmak şöyle dursun, aşağıların aşağısına, esfeli safiline yuvarlanıp sefillerden bir sefil haline gelecektir.

Allah Rasûlüne –aleyhisselatü vesselam- aşk ile bağlı, O’nun ümmetinin büyüklerinden, muhabbetin zirvesine ulaşmış Seyyid Ahmed-i Yesevi Hazretleri, 63 yaşında vefat eden Rasulullah’a duyduğu engin aşk ve muhabbet sebebiyle bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya veda etmiş, tebliğ vazifesini hiç bırakmamış ve vefat edinceye kadar, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.

Eğer kendini maddeye ram olmaktan kurtarıp ruhani bir hayat yaşamak istiyorsan, O, alemlerin efendisinin yetiştirmiş olduğu insanı kamillerden Bilal, Yasir ve Sevbanları bul! Onlarla beraber ol ve sadıklaş ki, hassas, ince, rakik ve zarif bir gönle sahip olasın. Unutma ki cahiliyye insanları, Allah Rasülü –aleyhisselatü vesselam-’nün delaletiyle hidayete kavuşup O’nun etrafında pervane oldukları için sadıklaştılar… Ashabı Kehfin Kıtmir’i bile, tevhid sevdalısı gençlerin muhabbet harcından nasip aldığından ne büyük bir lütfa nail olmuştur. Bunun zıddı olarak geçmiş de Hazreti Lut’un karısı ve Hz. Nuh’un oğlu Kenan, fasık ve zalimlerle beraber olmaları sebebiyle ve kendilerine yapılan tebliğlere kulak tıkayıp tebellüğ etmedikleri için  ilahi kahra uğramışlardır. Onlar ve onlar gibi olanlar, nefsin girdaplarında boğularak zalimler topluluğuyla birlikte helake düçar olmuşlardır.

Tebliğ vazifesi her müslümana farzdır. Gücü nispetinde herkes irşadla vazifelidir. Bu iş sadece hacı ve hocanın işi değildir. Allah’ın hitabı tüm müslümanlaradır. Can-ı gönülden koşup koşuşturmak gerekir. Vücudu bu yolda eskitmek kulu vazifesini yapma noktasında rahatlatır.

Davetçi  ilk önce güzel ahlaklı, güzel düşünceli ve güzel sözlü olması lazımdır. Hani bir bahçede cezb edici güller vardır. Kendisi hoş, kokusu hoş güller var ya, insan da; insanlar arasından seçilip çıkan ve herkesi kendisine çeken mıknatıs gibi olmalıdır.  Gönülleri kazanmak ancak tatlı dil, güler yüz ve hoş sohbetle olur. Yüce Yaratan, Musa -aleyhissselam-’ı Firavun’a tebliğ vazifesiyle görevlendirdiğinde ona yumuşak davranmasını istemiştir.

Çok ibretlidir ki Veda Haccı’nda takriben yüz yirmi bin sahabi mevcuttu. Bunlardan yüz binin üzerindeki sahabi, dünyanın muhtelif bölgelerine yayılarak kendilerini ilâhî rıza istikametinde hizmete vakfetmişler ve oralarda vefat etmişlerdir. Nitekim Hz. Osman ve Abbas (radıyallhu anhüma)‘nın oğullarının türbeleri Semerkant’ta, pek çok sahabinin kabri de İstanbul’da bulunmaktadır. Mekke ve Medine’de kalanların büyük bir kısmı da merkezi korumuşlar ve oradaki hizmetleri icra etmişlerdir.

Halid bin Zeyd Ebu Eyyüb el-Ensari Hazretlerinin seksen küsur yaşında ve o ihtiyar haline rağmen iki sefer İstanbul’un surları önüne kadar gelmesi ve orada ruhunu teslim etmesi, insanları hidayete çağırarak, onları dünya ve ahiret saadetine kavuşturabilmenin cihanşümul gayretlerinden biridir. Hizmet aşkı ve ahireti kurtarabilme mücadelesi, onları dünyanın dört bir tarafına sevk etmiştir.

Tebliğ ruhunun muazzam misallerinden biri de Vehb bin Kebşe (radıyallahuanh)’dir. Bu mübarek sahabinin türbesi Çin’dedir. Peygamber Efendimiz –aleyhisselatü vesselam- onu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Halbuki o zamanın şartlarıyla Çin, bir yıllık mesafededir. Bu sahabi oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullah hasretini bir nebze dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştür. Bir yıl süren çileli yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vasıl olmuş, fakat ne yazık ki Hazreti Peygamber vefat etmiş olduğu için O’nu görememiştir. Allah Rasûlü –aleyhisselatü vesselamın- kendisine emrettiği hizmetin kudsiyyetinin idraki içinde  tekrar Çin’e avdet etmiş ve bu hizmetteyken ruhunu teslim etmiştir.

Asrı Saadet ilayi Kelimatullah (Allah’ın adını bir adım  ileriye taşımak) uğruna geçmişten günümüze unutulmaz dersler vermişlerdir. Cafer'in şehadet haberini duyan Abdullah bin Revaha'ya, kendisini ayakta tutacak kadar bir et parçası vermişler, onu yemekle meşguldü. Cafer (radıyallahuanh)’in şehadetini duydu ve haykırdı:

-Cafer'in gittiği dünyada benim işim ne? Diyerek elindeki eti bir tarafa bırakıp atına sıçradığı
gibi düşman üzerine yürüdü. Çarpışma sırasında kırılan parmağı sallanıp duruyor. Abdullah bin Revaha'nın canını sıkıyordu. Bir fırsatını bulup atından indi, hareketine mani olan parmağının ucuna basarak koparıp attı.

Abdullah İslam için şehid olmaya kararlı idi. Ne var ki, Medine'de ailesi, köleleri, hurma bahçeleri ve daha bir sürü serveti vardı. Şeytan bunları Abdullah'ın hatırına getiriyor:

-Vazgeç, dünyayı sen mi ıslah edeceksin, git, Medine'deki hurmalıklarını işlet, para kazan,  yaşamana bak!  diyordu. Şeytanın bu vesvesesini de susturmak için bir ayağı atının üzengisinde, biri de kumların üzerinde olan Abdullah bin Revaha'nın kendi kendine şöyle konuştuğu duyuldu :

-Ey nefis! Zevcen olan hanımını düşünerek kendini sakınıyorsan, ben onu boşadım; sahip olduğun köleleri hatırlayarak geri çekilmek istiyorsan, ben onların hepsini azad ettim; eğer Medine'deki bağ ve hurmalarını merak ediyorsan, iyi bil ki, şu andan itibaren onları ben Resul-i Ekrem'e hediye ettim. Şimdi bir diyeceğin, bir vesvesen kaldı mı? Bunları söyledikten sonra, eline aldığı bayrakla birlikte düşman saflarına doğru hücuma geçen Abdullah, sayısı bilinemeyecek kadar düşman askeri düşürdü, hiç boşuna çıkmayan kılıcı her sallayışta bazan iki, bazan üç düşmanı birden yere seriyordu. Nihayet diğerleri gibi o da şerbet-i şehadeti içti. İslam yolunda imanı uğruna ötelere uçtu. Rabbim şefaatlerinden bizleri mahrum bırakmasın. Bir muamma içinde yaşanan ve toplumun dünden daha fazla tebliğe ve tebliğciye ihtiyacı olduğu günümüzde, bizleri de can-ı gönülden hayırda yarışan salih kullarından etsin.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr