Şubat 2014 Nuri ERCAN A- A+
A- A+

Anlamın Üzerini Örtmek

İnsanlar arasından tebyin ve tebliğ görevini yerine getirmek üzere seçilen peygamberlerin bizlere bıraktıkları en büyük hazine, vahyin açıklanan ve tatbik edilen anlamıdır. Biz buna vahyin fikri-pratik yansıması diyebiliriz. Öyle ya, Allah’ın bize sunduğu mesajın zihnimizde mutlaka bir karşılığının mevcut olması gerekmez mi? 

İnandığımız halde zihnimizde vahyin herhangi bir karşılığı yoksa inancımız problemli demektir. Alak Suresi’nin ilk emirleri ile Peygamberin kalbine anlamlar ilka edilmiştir. Buna mayalama da diyebiliriz. Mayalanma, Efendimizin zihninde vahyin yankılanmasını sağlamıştır. Kalpte karşılık bulan vahiy, iman nüveleri oluşturmaya başlayarak,  süreç boyunca kalbin anlam kümelerinin yuvası haline gelmesini sağlamıştır. Bizlere sunulmuş olan vahiy ve Peygamber ahlakının maddeleri de bizim kalbimizde aynı tesir yapmaya adaydır.  

Tevhidi dinlerin, tebliğden hemen sonra bir takım yanlış yorumlamalarla ana ekseninden saptırılma gayretlerine maruz kalmasının sebeplerinden birisi elbette kötü niyetli muarızlardır. Diğer önemli neden ise, anlamı bilmeyerek örten ya da nefsî zaaflarından dolayı anlamı yedekleyerek gün yüzüne çıkmasına mani olan iyi niyetli kişilerin mevcudiyetidir.

Vahyin kalplerimizde bir aksi, bir yansıması ya da bir anlamı oluşuyor mu? Oluşan karşılığı, yani anlamını ne yapıyoruz? Bu anlam hayata yansırken eklemeler ya da eksiltmelere maruz kalıyor mu? Yoksa zihnimizde oluşan vahyin anlamını tamamen nötrleştirerek anlamsızlığa mı dönüştürüyoruz? Vahyin anlamını zihnimize hapsederek üzerine attığımız şiltelerin karşılığı nedir? Buna etki eden dış tesirler nelerdir? Gündelik hayatımızda vahyin anlaşılmasını hangi sebepler engelliyor? Sahih bir pratik mi ortaya çıkıyor; yoksa anlam ekseninin sonucu olmayan amellerin sahibi mi oluyoruz?

Anlamı atlayarak İslâm’ın önüne geçme yanlışlığı

Müslüman ülkelerde, İlim ve irfandan nasiplenmiş kimi şahsiyetler, samimi çalışmaları sonucu toplum içerisinde oluşturdukları mini sohbet gruplarını zamanla cemaate dönüştürme başarısı elde edebilmektedirler. Elde edilen bu sosyal kazanım, âlimi karizmatik bir lidere dönüştürmektedir. Bu durumda ilim adamlığı, liderlikle atbaşı yürütülmek zorundadır. İslâm Tarihinde örnekleri çok olduğundan böyle bir yapılanmanın hiçbir sakıncası yok gibi gözükmektedir. Lakin hareket büyüdükçe âlim/liderin yönetme sorumluluğu artmaktadır. Temelinde takva olan çabalar, daha sonra şöhret ve karizmatik liderlikle karıştığı için zamanla bu kişilerin önderlikleri ilmi tafralarına galip gelmektedir. Baskın bir liderlik durumunda yönetilenlerin duyguları da  lideri etkileyici bir hale dönüşmektedir. Tebaasının ya da müritlerinin duygularını yabana atamayan âlim-liderimiz her an bu düşünce ile yaşamaya başlar. Bu sebeple önde olmanın terk edilemeyecek bir vasıf olduğuna inanır. Bu arada büyüyen gelişen topluluğun ihtiyaçları da büyümüş olur. 

Toplum psikolojisi ile hareket etmemesi gereken Peygamber mirasçısı âlim/liderimiz kendi grubunun elde edecekleri yanında kaybedebileceklerini düşünerek yavaş yavaş bağlılarının psikolojik atmosferine girdiğinin farkında olmaz. Üyelerin sosyal hayatta daha etkin olmaya başlaması ise ayrıca bir takım sıkıntıları da peşinden getirir. Hiyerarşik bir düzenden başak bir sistem oluşturulamazsa liderin/âlimin işi daha da zorlaşır. Çünkü karara ortak olacak ikinci bir lider yetişmemiştir. Ayrıca yüzlerce insanın, âlim/liderin dudaklarının arasından çıkacak cümlelere bağımlı hale gelmesi, çok donanımlı olsa da liderin/âlimin anlamı örtmesine sebep olabilir. 

Bu olgu iki şekilde gerçekleşmektedir. Birincisi, kendileri gibi inanmayanlara aşırı müsamahakâr davranarak  (bkz. Fetih Suresi 29. âyetin anlamı tersini ifade etmektedir), ikincisi, inananlara müsamahasız ve aşırı sert davranarak. (Fetih Suresindeki, aynı ayetin anlamına uyumsuzluk için bkz.29. ayet). Kabul edelim ya da reddedelim, nassa dayanmayan böyle sonuçların ortaya çıkması teşri yetkisinin kullanılması anlamına gelir. Bu ise, teşri yetkisinin gerçek sahiplerinin önüne geçme riskini taşıyan illetli bir durumdur. İslâm tarihinde vaki olmuş birçok kardeş kavgasının ana sebeplerinden birisi, belki bilmeden Allah ve Rasulünün önüne geçme gayreti olmuştur.

Dinin insan için gönderildiğini unutarak kendine dini mezarlar oluşturma yanlışlığı

Dinin genel amaçları düşünüldüğünde, aslında din insan için vardır. Bu mutlak doğruyu birçok âyet ve hadis destekler. Diğer taraftan Kur’an âyetleri ve Sünnet-i Seniyye ele alınırken kutsallık anlayışı insana tersini düşündürebilir. Allah’ın, Kur’an’ın ve peygamberlerin kutsallığı insanın din için yaratıldığı anlayışını üretebilir. Dindar olmanın farklılığı da insanın din için var edildiği anlayışını tetikler. Ne var ki insan yaratılmamış olsaydı dine de ihtiyaç olmayacaktı. Sonuçta farklı dini uygulamalara şahit olabiliriz. Böyle uygulamalar da anlamın örtülmesine neden olur. Kendini dindar addeden kimi ibadet sahipleri dar sahada gerçekleştirdikleri dindarlıklarını başkalarına üstünlük sağlamak, kınamak, ezmek, ya da kendisini onlarla mukayese edip, nefsini tatmin etmek için kullanır. Sonuçta dindarlara karşı, dini ile gururlanan bir dindar ortaya çıkar. Bu ise takva ve kardeşlik hukukunu oluşturan anlamın örtülmesi anlamına gelir.

 Anlamı çarpıtarak ifna etme yanlışlığı

Dünya yüzeyine atılmasından itibaren kendisiyle birlikte var edilen dinin anlamlandırılması ve onun yerini belirleme konusunda çoğu insan bir türlü doğruyu yakalayamamıştır. Peygamberler, Kur’ân tarifine uygun âlimler, salihler ve sırat-ı müstakimden ayrılmayan mü’minler dışında vahyin niçin gönderildiğini kavrayamayan kişiler Kur’an tabiri ile “dalalet”te olduklarını bilmeden yaşayıp ömürlerini tamamlamışlardır. Bu noktada Allah’ın kitaplar ve elçiler vasıtası ile bizlere gösterdiği hedefler saptırılarak vahyin önemli bir kısmının örtülmesi yanlışlığı yapılabilmektedir. Yaratıcı tarafından bizlere bir toplum projesi olarak takdim edilen dini ilkeler, prensipler, haramlar ve helaller, yine dinin tecviz ettiği sebepler ortaya çıkmadan sınırlandırılıyorsa, genişletiliyorsa ya da önemsiz addediliyorsa anlam çarpıtılıyor diyebiliriz. 

Seküler endişelerle anlamın yok sayılması

Kuran’dan neşet eden hükümler içtihat sonucu elde edilen verilerdir. Bu veriler fıkıh kitaplarında ayrıntıları ile açıklanmıştır. Tabi ki her hükmün bir adı olmakla birlikte, bir yaptırımı da vardır. Yaptırımların hükmen ne oldukları yine âlimlerin içtihatları sonucu farz vacip, haram, müfsit vb. kavramlarla isimlendirmiştir.

Modern hayat tarzı insanların zihninde dünyevileşmenin kaçınılmaz olduğu anlayışını çok güçlü argümanlarla iyice perçinlemektedir. Öte taraftan İslâmî bir geleneğe sahip olan modernizmin muhatabı kişiler dünyevileşme ile Müslümanlığı mezcederek iki tarafın isteğine de cevap vermiş olmaktadırlar. Bunu yaparken Müslümanlıklarını ilmihal bilgileri ile sınırlayabilmektedirler. İbadet kavramını iyice daraltarak bir kulluk benimseyen bu kişiler dünyevi maksatlar uğruna Allah’ın çizdiği kırmızı çizgileri aşmakta bir sakınca görmemektedirler. İşte burada seküler hedefler uğruna vahyin bir kısmının hayata yansıması gereken anlamı unutularak yok sayılmaktadır. Oysa kitabın bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr etmek kimin haddinedir!

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr