ALİMÜZZAMAN ZEKİ SOYAK HOCAEFENDİ
Bir insan için değerlendirme yapmak zor bir iştir. Çünkü sıradan bir hayat yaşayan bir insanda bile bir kişinin ihata etmekte problem çekeceği kadar karmaşık davranışlar ve duygular bulunur. Eğer değerlendirme yapacağınız kişi çok yönlü, hayatını dolu dolu yaşamış birisi ise işiniz daha da zorlaşır. Öncelikle o kişiyi tanımanız uzun bir zaman alır. Tanıma diyorum ama bu “tanıma” da problemli bir şeydir. Bir kişinin bazı yönlerine veya bazı düşüncelerine vâkıf olmak ne kadar onu tanımadır. Tanıma, tanımlamayı da içerir. “Tanımlamak” ise epey iddialı bir iştir.
Tanımlamak için bilmek gerekir. Bilmek ise yine başlı başına bir problem. Bilgi nedir? Bilmek nasıl oluşur? Bu soruların cevapları da çok net olarak ortaya konamayan cevaplardır. Bilmek için, tanımak için ilk adım anlamaktır. Biz bir kişiyi tanımak için öncelikle onu anlamalıyız.
Anlamak daha az iddialı bir kavramdır. Anlamaya çalıştığınız kişinin her şeyini ihata ettiğiniz, onun her şeyini bildiğiniz iddiasında değilsiniz. Anlamak daha sübjektiftir. Ben ancak kendi çapım, kendi müktesebatım kadar ve kendi bakış açıma göre anlayabilirim.
Rahmetli Zeki Soyak Hocamı bu yazıda tanıma, tanımlama, bilmekten çok anlamaya çalışacağım. Tabii bu anlamanın da sınırını da daraltmam gerekiyor. Bu sebeple ben daha çok Hocamı ilmî yönünden anlamaya gayret edeceğim. Yazımda ister istemez çeşitli değerlendirmeler veya yargılar bulunacaktır. Bunların hepsinin anlama çabası içerisinde değerlendirilmesini istirham ediyorum.
Rahmetli Hocam, klasik usulde Arapça okuduğum ilk kişi idi. Yani Emsile - Bina - Maksud - Sarf cümlesi ile Avamil ve İzhar - Nahiv ikilisini ilk olarak kendisinden okudum. Daha sonra Nahiv cümlesinin son kitabı Kafiye’yi de kendisinden tedris ettim. Sarf cümlesinin son iki kitabı Merah ve İzzi’yi ise yine rahmetli olan Vanlı Cemaleddin İşiyok Hocamdan okumuştum.
Zeki Hocamın Arapçası iyi düzeydeydi. İslamî ilimlerle alakalı hemen hemen tüm Arapça kitapları sıkıntısız okuyabilecek bir Arapça bilgisi vardı.
Kayseri İmam Hatip Lisesi’nin ikinci dönem talebelerinden olduğunu ifade etmişti. Zaman zaman o dönemden Kayseri İHL’de Kayseri’nin ileri gelen âlimlerinin ders verdiğini, ayrıca ders haricinde de onlardan ders aldığını söylerdi. Özellikle Halil Hoca isimli bir zattan bahsederdi. Lakabı Kara olan bu zatın ilmini anlatmak için iki anekdot anlatırdı. Birincisi, Halil Hoca’nın medresede okuduğu yıllarda hocası geceleri evde ders çalışırmış. Hanımı:
-Hoca efendi, gündüz medresedesin, gece de evde ders çalışıyorsun. Yetmez mi yahu, artık yeter! deyince, Hoca şöyle cevap verirmiş:
-Ah hanım, sen bilmezsin! Kara Halil yarın yine bir sürü zor soru soracak, onun için hazırlanmam lazım, dermiş.
İkincisi de, Diyanet İşleri Başkanlığı müşkül meselelerinin halli için kendisine müracaat ederlermiş.
Kayseri’nin “Makarr-ı Ulema” diye anıldığı ehlince malumdur. Hocam Kayseri’nin bu özelliğini zaman zaman ifade eder ve o âlimlerin bir kısmına yetiştiğini ve onlardan istifade ettiğini söylerdi.
İslam Enstitüsünü İstanbul’da okumuştu. Enstitüde okuduğu yıllarda Mahir İz, Ömer Nasuhi Bilmen gibi hocalar Enstitünün hocaları arasında idi. Okul haricinde de fıkıh, hadis, Arapça ve kıraat için çeşitli hocalara gittiğini aktarırdı. Fıkıh ve Arapça için merhum Sadrettin Yüksel hocadan çok istifade ettiğini söylerdi. Emin Saraç Hoca’nın da hadis derslerine devam etmişti. Kıraat dersini Hasan Akkuş Hoca ile, Üsküdarlı Ali Efendi’den almıştı.
Enstitüde iken nasıl bir tempo içinde olduğunu birkaç kere aktarmıştı. Fatih’te imamlık vazifesi varmış. Hem cami vazifesi, hem okul, hem özel dersler hem de bu arada sosyal faaliyetlerde bulunduğunu anlatmıştı. MTTB’nin çeşitli faaliyetlerinde bulunurmuş. Bir de o dönemde her gece 50 sayfa kitap okumadan yatmadığı, gece kaçta eve gelirse gelsin bunu uyguladığını ve buna çok uzun süre devam ettiğini söylemişti.
Enstitüyü bitirir bitirmez okuduğu okula, Kayseri İHL’ne öğretmen olarak tayin edilmişti. Burada iken Kayseri İslam Enstitüsünde de zaman zaman ders verdiğini, İmam Hatip Liseleri müfredatında olan Psikoloji dersinin kitabı olmadığı için kendisinin ders notları hazırladığını ve bu ders notlarının uzun süre okutulduğunu aktarmıştı. Kayseri İslam Enstitüsüne geçmek üzere iken İHL’den hocası olan ve o zaman Milli Eğitim bakanlığında bulunan M. Çinkılıç hocanın Urfa’ya müdür olarak gitmesini istediğini, onu kıramadığı için de oraya gittiğini söylemişti.
Rahmetli Hocamın çok kuvvetli bir teşkilatçılık ve idarecilik yönü vardı. Bu girdiği her ortamda hemen belli olduğu için Kayseri İHL’ne tayin edildikten kısa süre sonra müdür yardımcısı yapılmıştı. Ardından bir öğretmen için kısa denecek bir sürede ve genç bir yaşta İmam Hatip Lisesi müdürlüğüne tayin edilmişti. Daha 33 yaşındaydı.
Kendisi birkaç kere ilmî çalışmalarda yoğunlaşmak arzusunun çok kuvvetli olduğunu ama takdirin başka türlü cereyan ettiğini söylemişti. Biraz hayıflandığı meselelerden birisi hafızlık idi. Kendi hayatı için hemen hiç keşke dediğine rastlamadım ama zamanında hafızlık yapmadığına biraz hayıflanırdı. Bu sebeple torunlarını hafızlığa teşvik ettiğini biliyorum.
Rahmetli Hocam, gittiği yerin, bulunduğu mevkiin hakkını vermek gayretinde olan bir insandı. Bu sebeple okul müdürü olarak tayin edildiği her iki okulda da (Urfa İHL ve Nevşehir İHL) okulun her şeyi ile ilgilenmişti. Aktarıldığına göre her iki okulun da hem fizikî şartları hem eğitim yönü sıkıntılı idi. Talebeleri ve mesai arkadaşları Hocamın çok kere gecelere kadar okulla ve öğrencilerle ilgilendiğini ifade ederler. Hocam fazlaca titiz bir insandı. Gördüğü en küçük hataları bile düzeltir, ayrıntılara dikkat ederdi. Bu saydığım sebeplere bir de siyasî çalışmalar, Mefkûreci Öğretmenler Derneği, vaazlar da eklenince Hocam 12 Eylül’e kadar ilmî çalışmalarla fazlaca ilgilenememişti. Ancak müdürlük vazifesinden ayrılmak zorunda kalması ve 12 Eylül’den sonra derneklerin kapatılmasıyla ilmî çalışmalara daha fazla vakit ayırmaya, medrese usulü ile (eğer bulabilirse) talebe okutmaya başlamıştı.
Bir defasında çok sevdiği, kıymet verdiği Halil Günenç Hocanın Urfa müftülüğünden İstanbul Haseki’ye geçince kendisini ilmî yönden çok geliştirebildiğini gıptayla ifade etmişti.
Hocam 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra da İslamî çalışmalarını kesmemiş ama 12 Eylül öncesinden daha farklı bir boyuta taşımıştı. Yine yoğunluğu vardı. Bu yoğunluk vefatına kadar gittikçe artmıştı. Ama özellikle 1990’dan sonra eser vermeye başlayarak ilmî yönünü daha fazla ortaya koymuştu.
Hocam talebe yetiştirmeyi çok mühimserdi. Hayatından ve ifadelerinden anladığım kadarıyla kitap yazmaktan daha önemli görüyordu talebe yetiştirmeyi. Kayseri’nin âlimlerinden Halil hocadan bahsederdi. Bu zat büyük bir âlim imiş. Kayseri müftülüğü yapmış. Ancak talebe okutmayı sevmezmiş ve talebe yetiştirmemiş. Kara Müftü(Develi Müftüsü) ile Halil Hoca medrese arkadaşı imiş. Kara Müftü Halil Hoca’ya “Kısır Halil” der talebe yetiştirmediği için kınarmış. Bu hadiseyi birkaç kez bana aktarmıştı. Zaten Hocamın hayatı da talebe yetiştirmeye ne kadar önem verdiğinin en önemli şahididir.
HOCAMIN HADİS İLMİ
Hocam tam bir Rasulullah aşığı idi. Bu sebeple hadisle uğraşmayı, hadis öğrenme ve öğretmeyi çok severdi. Kitaplarında Peygamber efendimizden bahsederken çok kere “canımız cananımız, efendimiz, her şeyimiz” gibi ifadeler kullanırdı. Kütüb-i Sitte’nin tamamına yakınını okumuştu. Ayrıca Riyazüs Salihin ve Tac gibi konulara göre derlenmiş hadis kitaplarını da okumuştu. Kendisi ile derslere başladığımızda Arapça yanında hadis de ezberletiyordu. Benden önce Hafız Mahmut Sami Kemikkıran Hoca ile hadis dersi yapmışlar. Mahmut Hoca’ya da epey hadis ezberletmişti. Ben de onun “Muhtar’ul Ehadis” adlı Türkçeye tercüme edilmemiş hadis mecmuasından seçtiği hadisleri ezberliyordum. Geçenlerde hadisleri yazdığım defterime baktım da kimisini bizzat Hocamın yazdığı iki yüz yirmi üç hadis olduğunu gördüm. Daha sonra Riyaz-üs Salihin’in birinci cildinden epeyce hadis ezberletmişti.
Hadislerin sadece metnini ezberler Türkçe anlamını öğrenirdim. Bazen hadisin manasını tam anlayamazsam Hocama sorardım o da bana açıklardı.
Daha önce yazdığı küçük risaleleri saymazsak ilk eseri “Ummandan Katreler” idi. Buhari’den seçilmiş 120 hadisin şerhini içeren bu eser ilk olarak 1991 yılında basılmıştı. “Ummandan Katreler”’den önce 1990 yılında basılan ilk “Kırk Hadis” kitabı şerhsiz bir hadis risalesi şeklinde idi. 1993 yılında yoğun istek üzerine “İzahlı Kırk Hadis” olarak yeniden basıldı. Burada da muhtelif yerlerden seçilmiş kısa ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Cevami’ul Kelîm yönünü yansıtan hadisler derlenmişti.
Hocam ilk 40 hadis seçmesini “Muhtarul Ehadis/Seçme Hadisler” kitabından yapmıştı. Sonra kitabı ben de inceledim. İçinde zayıf hatta mevzu hadisler vardı. İlk 40 hadis seçmesi içinde olan birkaç zayıf hadise Ziya Ökçe abi işaret etmiş ve Hocam da İzahlı 40 Hadis’i yazarken bunları çıkarmıştı.
Hocam hadislerin sıhhat yönünden değerlendirilmesinde mütesahil idi. Hadis tenkidi yapan âlimler ana hatlarıyla üç gruba ayrılır: Müteşeddid olanlar, mütesahil olanlar ve mütevassıt(mutedil) olanlar. Müteşeddid olanların hadis ravilerinde aradıkları adalet ve zapt şartları daha ağırdır. Aliyyül Kari, Yahya bin Main, İbni Kayyim el-Cevziyye, Yahya bin Said el-Kettan gibi âlimler müteşeddid kabul edilir. Müteşeddid cerh âlimleri ravinin birkaç kusurunu yakaladı mı hemen o raviyi cerh eder. Bu sebeple Müteşeddid âlimlerin güvenilir dediği hadis ravilerinin sika (sağlam) olduğundan şüphe edilmez. Ama zayıf dedikleri raviler için başkalarının da ne dediğine bakılır.
Mütesahil olanlar ise bu kadar ağır şartlar koşmayan hatta cerh işinde biraz gevşek davranan, ravinin daha çok adalet yönüne bakan âlimlerdir. Tirmizî, Hâkim en-Nisaburi, Celalettin Suyutî mütesahil âlimlerdendir.
Mütevassıt yani mutedil olanlar ise bu ikisini dengede tutan, öyle kabul edilen âlimlerdir. Darekutni, İbni Adiy de mutedil kabul edilenlerdendir.
Hocam, hadisleri zayi etmekten korkardı. Yani müteşeddid bir âlimin hükmüne bakarak belki de sahih olan bir hadise zayıf veya mevzu demekten çekinirdi. Hadis sıhhati değerlendirmesinde çok da otorite kabul edilmeyen ve mütesahil olan Celalettin es-Suyuti’nin değerlendirmelerini kabul ederdi. Hatta pek çok hadis âlimlerinin mevzu dediği bir hadise birkaç âlim zayıf demişse onu zayıf hadis olarak kabul etme eğiliminde idi. Zayıf hadis hususunda da “Zayıf hadis, mevzu demek değildir. O da hadistir. Bu sebeple terk edilmemesi gerekir” derdi.
Ezan okunurken dinleyenin müezzine iştirak etmesi, müezzinin arkasından ezanın her cümlesini tekrar etmesi, Hayyaalessalah ve Hayyaalelfelah cümlelerinde ise “La havle vela kuvvete illa billâh” denmesi Rasulullah’tan rivayet edilmiştir ve sıhhatinde şüphe yoktur. Ancak bazı adab kitaplarında, birinci “Eşhedüenne Muhammeden Rasulullah” cümlesinden sonra dinleyen bunu tekrar eder ve “Sallallahu aleyke ya Rasulullah” der, ikinci “Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah” cümlesinden sonra ise “Karret ayni bike ya Rasulullah” der ve her ikisinden sonra da başparmaklarının ucunu öperek gözlerine sürer, diye bir rivayet vardır. Hocam bunu Ummandan Katreler kitabının 91. hadisin şerhinde de almıştır.(Hadis için Elbani, Silsile/173.Hadis)
Bir defasında kendisine “Hocam, bu rivayet mevzu, öyle yapmak da bidat deniliyor. Hadis âlimleri böyle kabul ediyorlar” demiştim. Bu rivayeti kabul edenler de var diye cevap vermişti. Ben de, bir hususta sünnet ve bidat hükmü birleşirse onun terk edilmesi gerektiğine dair hükmü zikredince, “Biz onu bidat kabul etmiyoruz ki” demişti.
Ancak daha sonra kaleme aldığı İslam Ahkâmı kitabında bu rivayeti zikretmedi. Ayrıca İslam Ahkâmında aldığı hadislerin tamamına yakınını Kütüb-i Sitte’den aldı.
Hadis hususunda asıl dikkat çekici yönü belki Fıkh’ul Hadis diyebileceğimiz hadisin manasını, neyi ifade ettiğini maharetle tesbit edip açıklaması idi. Bu manada Hanefi ulemanın tavrı gibi bir tavrı vardı sanki. Hadisin senedinden çok manasının sıhhatine bakıyordu. Bir de toplum tarafından yanlış anlaşılan hadislerin asıl manasını maharetle açıklardı. Kur’an’a, sahih hadislere, akla zıt gibi görünen hadisleri çok güzel yorumlardı. Teliful hadis yani birbirine zıt görünen hadisleri birbirine uygun şekilde yorumlama diyebileceğimiz bir hususa dikkat ederdi. Bu hususa şu hadis hakkındaki yorumu tipik bir misaldir:
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın” (Muhtarül Ehadis, Seyyid Ahmet el Haşimi, Kahire, İbn-i Asakir’den)
Bu hadis hakkında kısa bir bilgi verelim:
Hadisi Elbani Silsiletül Ehadisil Daifa kitabının birinci cildi 8. hadis olarak almış ve merfu olarak aslının olmadığını iddia etmiş. Ayrıca hadisin varyantlarını da vermiş. “Hadisi Beyhaki merfu olarak rivayet etmiş ancak senedi zayıftır, İbni Mübarek ve İbni Hibban’ın rivayetleri ise munkatıdır” demiştir.
Bu hadis halk arasında dünyaya çok çalışmak yönünden yorumlanmakta ve “dünyaya bu kadar yönelmeyin, ahiretinize daha fazla vakit ayırın” diyenlere karşı bir delil olarak kullanılmaktadır.
Bazı ilim adamları da bu yorumu esas alıp hadisin de senet olarak zayıf olmasını dikkate alarak bu hadisin mevzu olduğunu söylemektedirler.
Hocam her iki yoruma da karşı çıkar ve bu hadisi şöyle yorumlardı:
“Hadis aslında dünyaya çalışmayı değil ahirete çalışmayı teşvik etmektedir. Dünya işlerinin nasıl olsa olacağını, gecikilse de çok şey kaybedilmeyeceğini ama ahiret amellerinde hiç gecikme olmaması gerektiğini ifade etmektedir. Düşünün, yarın ödenecek bir borcunuz, bir de bir yıl sonra ödenecek bir borcunuz var. Hangisini öncelikle düşünürdünüz? Yarın yapılacak bir işiniz, bir imtihanınız var, bir de altı ay sonra yapılacak bir işiniz ve imtihanınız var hangisine çalışır ve hazırlanırdınız? Bu hadis sahih olarak gelen “Dünyanızı ıslah ediniz ve yarın ölecekmiş gibi ahiretinize çalışınız” (Buhari, Müslim) hadisi ile uygunluk göstermektedir.”
Elbani son dönem hadis âlimleri arasında müteşeddid olanlardandır. Bu sebeple onun mevzu dediği veya zayıf dediği hususlarda başka âlimlere de müracaat etmek gerekir. Kaldı ki o, böyle bir hadis olmadığını da net bir dille söylememiş, ayrıca o da bu hadisi tetkik ederken aynı hususa dikkat çekmiş ve “Bu hadis dünya çalışması için değil, ahiret çalışmasına açık delildir” demiştir. Hocam, Elbani’yi okumuş değildi. Ancak diğer pek çok hususta olduğu gibi bu hadiste de hakiki manayı çok maharetli bir şekilde tesbit etmişti.
Hadislerin öğrenilmesini, okunmasını ama müctehid derecesine çıkamamış hiç kimsenin hadislerden hüküm çıkarmaya tevessül etmemesini ısrarla belirtirdi. Hem “Ummandan Katreler” hem de “İzahlı Kırk Hadis”’in takdim bölümünde “Önemli bir Hatırlatma” bölümü ile buna dikkat çekmişti.
Müctehid ulema dışındakilerin ancak, ahlak, fazilet, hayırlı iş ve hizmetlere teşvikle alakalı hadislerle amel edebileceğini; ahkâm hadislerinin okunup öğrenilebileceğini ama asla hüküm çıkarma yoluna gidilmemesi gerektiğini ifade ederdi. Bu sebeple hem İzahlı Kırk Hadis hem de Ummandan Katreler’e alarak şerh ettiği hadislerde ahkâmla alakalı hadisler az sayıda idi. Bunlar da yaygın bilinen ve mezhepte hükmü sabit meseleler ile alakalı hadisler idi. (Bkz. Ummandan Katreler 4. Bölüm)
Hadis hususunda Hocamın bir diğer tavrı da (aslında bu genel bir tavrı idi) güvenilir âlimlerin kitaplarında geçen hadisleri ayrıca tahkik etme ihtiyacı hissetmeden iktibas ederdi. Hâlbuki bir kısım ulemanın kitaplarında zayıf, hatta mevzu hadisler kullandıkları erbabınca malumdur. Mesela İmam Gazali’nin İhya’sında bu türden hadislerin çok fazla olmasa da yer aldığı; bizzat İmam Gazali’nin “Ben hadis hususunda zayıfım” dediği bilinmektedir.
Özellikle tefsir, zühd, tasavvuf, siyer ve ahlak kitaplarında zayıf ve mevzu hadislerin sayısı fazlacadır. Belli başlı hadis âlimleri bile bu konularda daha mütesahil davranmışlar, ahkâmla alakalı hadislerde gösterdikleri titizliği terğip, terhip, siyer, faziletler, ahlak gibi konularla alakalı hadislerde göstermemişler; bu husustaki hadislerin ravilerinin en üst derecede sika(sağlam) olma şartını gözetmemişlerdir. Kütübü Sitte olarak bilinen meşhur altı hadis kitabında tenkit edilen hadislerin tamamına yakını bu konularla alakalı hadislerdir. Zeki Hocam da bu hususta geçmiş ulemanın yolunu izlemekteydi. Onun bütün korkusu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini zayi etmekti. Bu sebepten zayıf bile dense o hadisi bilmek gerektiğini düşünürdü. Ama ahkâmla alakalı hadislerde yine geçmiş ulemaya ittibaen hükme medar olabilecek hadisleri alırdı. Zaten İslam Ahkâmı kitabında Kütübü Sitte dışında hemen hiç hadis kullanmaması buna en güzel delildir.
Zeki Hocam ilk yazılarında aldığı hadislerin kaynağını fazla belirtmezdi. Sonra sadece kaynağa işaret etmekle yetindi. Zamanımızdaki ilmî metoda göre ise hadisin geçtiği yer, kitap, bâb adı ve hadis numarası ile verilir. Hatta kitabın baskı yeri, yılı, yayın evi de belirtilir. Hadislerin (Buhari, Müslim gibi) sadece ana kaynaklarına işaret etmesini sorduğumuzda geçmiş ulemanın usulünün böyle olduğunu ifade etmişti. Yani kitaplarında çoğunlukla sadece ana kaynağa işaret etmesi bilinçli bir tercihi idi. Ancak müslümanların iyice tembelleştiği, hadiste kariyer yapan akademisyenlerin bir kısmının bile Kütübü Sitte’yi dahi tamamen okumadığı bir dönemde Hocamın tüm kitaplarında geçen hadislerin, yeni ilmî usüle göre bir tahricinin yapılmasının iyi olacağı kanaatindeyim.
TEFSİR İLMİ
Rahmetli Hocam Kur’an ile meşgul olmayı severdi. Günlük virdi de vardı. İlk sohbetlerini dinlemeye başladığımda çok sayıda ayeti Arapçası ile okuyup mana vermesinden dolayı Hocamı hafız zannetmiştim. Hafız değildi ama hafızasında pek çok konu ile alakalı ayet vardı. Bunların da tefsirlerini bilirdi.
Klasik manada tefsir ilmi açısından baktığımızda Hocamın müfessirliği yoktu. Bir kısım tefsirleri okumuştu. Celaleyn’den de bize ders yapmıştı. Hocamın Kuran’a vukûfiyetini ve ayetleri yorumlamadaki kudretini “Kur’an ve Hadiste Kıssalar Hisseler” kitabında gördük. Bu kitapta her kıssa ile ilgili ayetler tamamıyla tespit edilmiş, uygun bir şekilde sıralanmış ve ayetlerin kıssa yoluyla anlattığı ibretler göz önüne serilmiş.
Hocam hemen her hususta olduğu gibi tefsir hususunda da muhafazakâr idi. Geleneğe bağlı idi. Geçmiş ulemanın tefsirlerine bağlı kalmayı sever ve isterdi. Zamanımızda Kuran ayetlerini çağın zorlamasına göre yorumlayanlara çok kızardı. Onları, “Kur’an’ı yeniden yorumlamak adına İslamî esasları çarpıtan, düzenin düzenbazlarına yaranmak için olmadık şaklabanlıklar yapan, yol kesici, haktan uzaklaştırıcı zavallılar” olarak nitelemektedir. (Kuran ve Hadiste Kıssalar ve Hisseler, c. 1, s. 211)
Kur’an’ın çağlar üstü olduğunu sohbetlerinde sık sık vurgulardı. Onun emirlerinin insanlığa hayat bahşettiğini, müslümanların zillete, insanların buhrana düşme sebebinin Kur’ansızlık olduğunu söylerdi.
Kur’an ayetlerini tefsir ederken öncelikle Elmalılı Hamdi Yazır’dan başlamak üzere geçmiş ulemanın ne söylediğine bakardı. En çok istifade ettiği tefsirler, Hak Dini Kuran Dili, Tefsir-i Kurtubi, Celaleyn, Tefsir-i Hâzin, Tefsir-i Beyzavi, Tefsir-i Nesefi idi.
Bilindiği üzere tefsirde İsrailiyat denen bir mesele vardır. İsrailiyat lafzı, yahudilerden gelen haberler için kullanılsa da “Tefsirde İsrailiyat” denince, yahudi, hıristiyan ve diğer kültürlerden Kur’an tefsirlerine giren rivayetler olarak anlaşılmaktadır. (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usülü, s.244. TDV Yay.)
Kur’an-ı Kerim’de peygamber kıssaları teferruata girilmeden anlatılmıştır. Mesela hemen hiçbir peygamberin soyu ile alakalı teferruat Kuran’da yoktur ama Tevrat ve İncil’de özellikle İsrailoğulları peygamberleri ile alakalı pek çok ayrıntıya yer verilmiştir. Bu sebeple Kur’an ayetlerini tefsir etmeye başlayanlar bazı boşlukların doldurulmasında ehli kitaba müracaat etmişlerdir. Bu müracaatın daha sahabe döneminde başladığını söyleyebiliriz. Çünkü ehli kitaptan bazı haberler Peygamber Efendimize aktarılıyordu. Peygamber Efendimiz de:
“Ehli Kitabı tasdik de etmeyin, tekzip de etmeyin. Allah’a ve onun tarafından indirilenlere inandık deyin” buyurmuştur. (Cerrahoğlu, s.245. Buhari, Ebu Davud’dan naklen)
Başka bir seferde de ehli kitaptan rivayetten bulunulmasına izin verilmiştir. (Buhari, Kitabül Enbiya, 52) Tabii bu izin Kur’an’a aykırı olmayan, ahkâma taalluk etmeyen hususlardadır.
Bu rivayetlere istinaden müfessirler, Abdullah ibni Abbas radıyallahu anhümadan başlayarak uygun yerlerde ehli kitaptan bazı rivayetleri almışlardır. Maalesef bazı müfessirler bu hususta ölçüyü kaçırmış, çok kere elemeye tâbi tutmadan pek çok rivayeti kitaplarına aktarmışlardır. Bu da bazı garip hikâyelerin, İslam’a aykırı haberlerin tefsire girmesine neden olmuştur. Zeki Hocam, Kıssadan Hisseler kitabında bu hususa dikkat etmiş, sadece güvendiği tefsirlerden alıntı yapmış, hatta onları da bir süzgeçten geçirmiştir. Mesela Hz. Âdem’in yaratılışı ile alakalı pek çok tefsirde yer alan İsrailî rivayetlerin hiçbirine iltifat etmemiştir.
Ancak ölçülere uygun bazı rivayetleri kitaba almıştır. Bunun en bariz misali Hz. Yusuf’un soyu ile alakalı ayrıntılardır. Ne Kur’an’da ne de sünnette Hz. Yusuf’un annesi, kardeşleri, Hz. Yakub’un soyu hakkında bilgiler yoktur. Ama Tevrat’ın Tekvin bölümünde bu ayrıntılar vardır. Hazreti Yakub’un kardeşinin adı, kimlerle evlendiği, çocuklarının adı hep yer alır. Bu isimleri tefsirlerimiz aynen almıştır. Dolayısıyla Hocamızın kitabında da bu isimler vardır. (Kuran ve Hadiste Kıssalar Hisseler, 1/256)
Yukarıda söylediğimiz gibi bunların bulunmasında hiçbir beis yoktur. Çünkü bunlar ne Kur’an’a zıt, ne de ahkâma taalluk eden hususlardandır.
FIKIH İLMİ
Merhum Hocamın üzerinde en çok durduğu ve en yetkin olduğu ilimlerin başında fıkıh gelmekteydi. O müslümanların meselelerinin fıkıh ilmi çerçevesinde çözüleceğini, fıkhın toplumun merkezinde yer alması gerektiğini, her meselenin fıkha arzedilmesi gerektiğini düşünüyordu. Kendi eğitim programında da ilk sırayı ilmihal almaktaydı. Her müslümanın öncelikle akaidini ve kendisine farz olan ilmihal bilgilerini öğrenmesi gerektiğini ısrarla vurgulardı. Kendisine son yıllarda İslam Ahkâmı adıyla bir ilmihal yazmak da nasip olmuştu.
Fıkıh, “Müctehidlerin, tafsili şer’î delillerden istinbat ettiği şer’î – amelî hükümler” olarak tarif edilmektedir. (Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s.23)
Fıkıh usülü ise, “müctehidlerin şer’î – amelî hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe” denmektedir. (Age, s.24)
Bunlara göre usulcü, “Kitap, sünnet ve diğer delilleri inceler bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak, mukayyet gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar”
Fakih ise, fer’î bir olayın hükmünü tespit etmek istediğinde usül kurallarını alır, o fer’î olay ile ilgili olaya uygular, böylece o delilin hangi şer’î hükme delalet ettiğini ortaya koyar. (Age, s.24)
Bu manaları aldığımızda Hocam ne usulcü, ne de fakih idi. Zaten kendisi de kendini müctehid seviyesinde görmediği gibi Ashab-ı Tahriç, Ashabı-Tercih, Ashab-ı Temyiz’den de görmüyordu.
İbni Abidin’in kitabında zikrettiği fukahanın yedi tabakaya ayrılmasını aynen kitabına almış ve bunu kabul etmişti. Bunlar:
1. Şeriatta Müçtehid: Müstakil mezhep kuranlar. Dört mezhep imamı gibi.
2. Mezhepte Müçtehid: Ebu Yusuf, Muhammed gibi bulundukları mezhep içerisinde içtihad edenler
3. Meselede Müçtehid: Mezheplerinde çözüme kavuşturulmamış meseleler hakkında hüküm verenler. Serahsî, Pezdevî gibi
4. Ashab-ı Tahriç: Mezhepte verilen müphem bir hükmü açıklığa kavuşturanlar. Cürcanî gibi.
5. Ashab-ı Tercih: İçtihatlar arasında tercihte bulunanlar. Kudurî, İbni Hümam gibi.
6. Ashab-ı Temyiz: Mezhepte gelen rivayetlerin kuvvetlisini, zayıfını birbirinden ayıranlar. Nesefî gibi.
7. Mukallid-i Mahz: Mezhebin hükümlerini ezberleyenler. Tercihte ve temyizde bulunamayanlar. İbni Abidin gibi.
Hocam kendisini yedinci sınıfın içerisinde görüyordu. Geçmiş ulemanın hemen her meseleye çözüm getirdiğini, eğer yeni bir husus ortaya çıkarsa müçtehid ulemanın metotlarına göre bunu halletmek gerektiğini söylemektedir. (İslam Ahkamı, s.7-8)
Asırlardan beri, âlimlerimizin meseleleri ince ince işlediğini, olmuş ve olabilecek meseleler için çözümler getirdiğini ve bizler için hazır bir sofra sunduklarını, bize düşenin bu hazır sofradan adabına göre istifade etmesi gerektiğini ifade etmektedir. (İslam Ahkâmı, s.7)
Rahmetli Hocam bu hususta da muhafazakârdı. Müslümanların meselelerine çözüm buluyoruz iddiasıyla, kîyl kabul edilen, itibar edilmeyen görüşlerin gündeme getirilmesi hakkında şöyle diyor:
“Geçmişte hiç rağbet edilmemiş, müçtehid ulemanın kahir bir ekseriyetle reddettiği, İslam’ın özüne uygun düşmeyen münferit görüşler, bir kısım insanlar tarafından sanki çok yeni bir görüş gibi sunularak müslümanların kafaları karıştırılmaktadır. Bu gibi görüşler, hangi niyetle savunulursa savunulsun neticede çok büyük tahribat yapmaktadır. Bunlara asla iltifat edilmemelidir” (İslam Ahkamı, s.8)
Hocam tam bir Hanefî idi. Bu cümle belki garip gelebilir. Bu sebeple biraz açıklayalım. Müslümanlar son yüzyıldır meselelere çözüm getirirken eklektik bir çözüm izliyorlar. Telfik-i Mezahip dediğimiz farklı mezheplerin görüşlerini almak, bir meseleyi bir mezhebe göre, öbür meseleyi öbür mezhebe göre çözmek, bunu yaparken de çoğunlukla mezheplerdeki en kolay hükmü tercih etmek hususu müslüman âlimler arasında çok yaygınlık kazanmıştır.
Bir müşkül halledilmek istendiğinde, kendi mezhebi içerisinde kendine uygun bir çare bulamayan herkes, hemen diğer mezheplere, hatta onlarda da bulamazsa bağlısı kalmamış müçtehidlerin içtihatlarına başvurmaktadır. Bu da müslümanların dindarlığını zaafa uğratmaktadır.
Hocam bu yollara hiç tevessül etmezdi. Ben ağzından hiç, “Bu meselede Hanefiler cevaz vermemiş ama filan mezhebin fetvası vardır” sözünü duymadım. Kendisine fetva soranlara da Hanefi mezhebi dışında fetva verdiğini de hiç duymadım. Hatta Hanefi mezhebinde de ulemanın “Müftabih, tercih olunan vb” dediği fetvaları tercih ederdi. İslam Ahkâmı kitabında da tamamen Hanefi mezhebine ve Hanefi usülüne dikkat edilmişti. Hocam sadece iki hususta tercih diyebileceğimiz bir şey yapmıştı.
Birincisi, Cuma namazının sünnetleri hususunda İmam-ı Azam’ın fetvası, farzdan sonra dört rekât sünnettir. Mezhepte tercih edilen de genellikle bu fetvadır. (Bkz. İbni Abidin tercümesi, cilt 3. s. 26) Ancak İmameyn (Ebu Yusuf ve Muhammed) dört artı iki şeklinde altı rekât kılmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir. (TDV İlmihali, c.1, s.302) İmam-ı Azam’a göre Cuma namazı 10 rekât, İmameyn’e göre 12 rekâttır. Hocam bu hususta İmameyn’in görüşünü tercih etmiştir. Kendisi de bunu kitabına yazmıştır. (İslam Ahkâmı s.175. 176)
İkincisi de İmam-ı Azam’ın “dar-ül harbde harbîden faiz alınabileceğine ve kesin kazanma durumu varsa bir müslümanın harbî ile kumar oynayabileceğine” dair fetvası vardır. (İbni Abidin Tercümesi s.156)
Ebu Yusuf ve diğer üç mezhep imamı ise bunu kabul etmemişler ve caiz görmemişlerdir. (İbni Abidin, aynı yer) Onlara göre bu husustaki hükümler hem dar’ul-İslam’da hem de dar’ul-harpte geçerlidir.
Hocam bu hususta da Ebu Yusuf’un görüşünü tercih ederdi. Türkiye’yi dar’ul-harb kabul edip de faiz alınabileceğini söyleyenlere karşı Türkiye’nin dar’ül-harb sayılıp sayılmamasının tartışmalı olduğu, ama olsa bile Ebu Yusuf’un ve üç mezhep imamının fetvasının alınması gerektiğini söylerdi. Yine bu sebeple de yurt dışında çalışan insanlarımıza da banka kredisi almaları hususunda fetva vermezdi.
Zaten Hocam faiz hususunda çok dikkatli idi. İslam Ahkâmı kitabında faize özel bir bölüm açmış ve çeşitli mülahazalarla ev, araba ve teşvik kredilerine fetva verenleri, bu fetvaları almak için kapı kapı dolaşanları sert bir şekilde uyarmıştır. (Bkz. İslam Ahkamı s.451-461)
Bu hususta şu cümlesi çok nettir:
“Faizin azı da, çoğu da haramdır. Her müslüman faizden, faiz şüphesi olan her alışverişten sakınmalıdır”. (İslam Ahkâmı, s.461)
EĞİTİM, DAVET, TEBLİĞ İLMİ
Hocam, neredeyse bütün ömrünü insan eğitimine, insanları İslam’a davete vermiş bir zat idi. En iyi bildiği ve rahatça fikir yürütebildiği, içtihat edebildiği alan, eğitim, davet ve tebliğ metotları üzerineydi.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden başlamak üzere zamanımıza kadar gelen (Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı) İslam Devletlerinin eğitim sistemini incelemişti. Kendisi de bütün bu sistemleri içine alan bir eğitim kitabı yazmak istediğini vefatından bir süre önce bana ifade etmişti. Kitaplarına yansıyan eğitimle alakalı görüşleri dikkat çekicidir. Ama kitaplara aktarmadığı daha pek çok fikri vardı. “Fazilet Toplumu” kitabında yer alan eğitimle alakalı bölümler ve Ebubekir Yaşlı kardeşimizin, hocamızın eğitimciliği üzerine yazdığı makale bu hususta yeterince fikir vermektedir. Ancak gönül arzu ederdi ki Hocamız yaklaşık kırk yıllık eğitimci deneyimini çok daha fazla kitapla bizlere miras bıraksın.
İslam’a davetin nasıl olması, tebliğcinin vasıfları gibi hususlarda da Hocamızın çok güzel tesbitleri ve değerlendirmeleri vardır. Bu hususlar tüm kitaplarının değişik yerlerine serpiştirilmiş durumdadır.
SONUÇ
Zeki Soyak Hocamız, son dönemde “âlim” sıfatını hakkıyla taşıyan bir insandı. O sadece bilen değil, aynı zamanda uygulayan idi. Topluma önderlik yapan, neyin nasıl yapılması gerektiğini gösteren bir insandı. Çağımızın ihtiyacı olan bir âlim tipini Hocamda net bir şekilde görüyoruz. Belki o müçtehid seviyesinde bir fıkıh âlimi, muhaddis seviyesinde bir hadis âlimi, müfessir diyeceğimiz bir tefsir âlimi değildi ama bizlere önderlik eden, çağın dertlerine çözümler getiren, sağlam duruşunu hiçbir zaman bozmayan, ilkelerden taviz vermeyen, başımız sıkıştıkça kendisine sığındığımız bir âlimdi, Hocamız idi.
Bu yazıda en başta ifade ettiğim gibi Hocamın ilim olarak bile her yönünü tanıttığım kanaatinde değilim. Mesela rüya tabiri ilmini bilirdi. Ayrıca teşkilatlanma, idare, siyaset bilgileri de çok fazla idi. Tarihe büyük merakı vardı. Pek çok tarih fakültesi mezunundan çok daha iyi tarih bilirdi. Bu hususlarda ayrıntılı değerlendirmeler yapamadım. İnşallah ileride bu hususta çok daha iyi çalışmalar yapılır. Bizim yazımız da buna bir girizgâh olur. Ayrıca, Hocamızın verdiği eserlerin ilmî değerlendirmelere konu olması da arzumuzdur.
Rahmetli Hocamıza Rabbimizin en yüksek dereceleri bahşetmesini niyaz ediyorum. Kusurlarımız affola.