ABDULLAH BÜYÜK HOCA ile MÜLAKAT
İLKADIM: İman, amel, dinin tahrif edildiği bir dönemde müslümanların İslamî çalışmaları, İslamî hizmetleri nasıl olmalıdır? İman tahrif ediliyor, amel tahrif ediliyor, din tahrif ediliyor ve müslümanlar ayakta durmak mecburiyetinde. Müslümanlar bunu nasıl başaracaklar?
ABDULLAH BÜYÜK: Dünyadaki tüm müminlerin haberdar olduğu ve adına Cibril hadisi demiş olduğumuz mütevatir bir hadis vardır. Bu hadiste Cebrail aleyhisselam insan kılığına bürünerek Peygamber efendimize gelip bazı sorular soruyor. Daha sonra Peygamberimiz “Cebrail dininizi öğretmek için geldi.” diye açıklama yapıyor. Dinin içeriği, dinin mahiyeti, dinin gerçek kimliğini özetleyen sorular şöyle: İman nedir Ya Rasûlallah? İslam nedir Ya Rasûlallah? İhsan nedir Ya Rasûlallah? Kıyamet ne zaman kopacak ey Allahın Rasulü?
Bu dört soru ve cevaptan şunları anlıyoruz: İman; inanacaksın; İslam yaşayacaksın; ihsan ihlâsla yaşayacaksın, Allah’ı görüyormuş gibi yaşayacaksın ve ahiret inancı seni sigortalayacak.
İnsan, ahiret inancını devre dışı bıraktığı zaman azar, bozulur, tahrip olur. İmam-ı Malik hazretlerinin meşhur bir sözü var: “Bu ümmetin ilkleri, ne ile ıslah oldu, neyle tedavi olduysa sonu da aynı şeyle ıslah olur.” diyor.
Bu ümmetin başı Kitap ve sünnetle ıslah oldu ve bu ümmetin sonu ancak Kitap ve sünnetle ıslah olur. Kitap ve sünnet; Kur’an-ı Kerim ve Peygamber efendimizin hadisleri, sünnetleridir. Demek ki bir ümmeti, bir toplumu, bir cemiyeti ayağa kaldıracak, düzeltecek, ıslah edecek, muhtemel arızalarını önleyecek, her türlü müsbete, hayra yönlendirecek ameller kitap ve sünnette, bunların zıddı da kitap ve sünnete tepki göstermekte yatmaktadır.
Burada bir konu var ki bunu paragraf halinde aktarmak istiyorum. Cebrail aleyhisselam Allahın Kitabından bir ayet getirdiğinde Peygamberimiz ne yapıyordu? Üzerinde duracağımız sorunun can damarını bu oluşturuyor. Peygamber efendimiz birinci olarak Cebrail aleyhisselamdan aldığı ayeti okuyordu ve anlıyordu. Sonra özümsüyordu, benimsiyordu ve iman ediyordu. Sonra gereğini yapıyordu, uyguluyordu. Daha sonra bir başkasına anlatıyor, aktarıyordu. Son olarak da onun bu güzelliği yaşaması için destek olup yardımcı oluyordu.
Efendimizin bu usulünü bir ev hanımı, bir daire müdürü, bir öğrenci, bir imam, bir polis çok rahatlıkla hem nefsine, hem ailesine, hem karşındaki muhatap olduğu insanlara uygulayabilir. Temel kaynak olan Allah Teala’nın bir ayetini okumak, anlamak, özümsemek, benimsemek, iman etmek, biriyle paylaşmak, paylaştığımızı takviye etmek, onun da yaşamasına zemin hazırlamak gibi bu kadar kolay, bu kadar değerli, bu kadar neticeye müessir olan bir konuyu 21. asırda değil, kıyametin kopmasına bir gün de kalsa ben yine aynen söylerim. Bu, bozulan erozyona girmiş olan bir topluma, temelde önleyici, ıslah edici bir tedbir ve ayağa kaldırma faktörüdür.
İLKADIM: İnsanlar tek başına kaldıkları zaman bu direnci elde edemeyecekler. Ne kadar salih ameller işlemeye çalışılsa da toplumdan etkileniliyor. Sağlam bir cemaat ve cemiyet yapısı oluşturmak gerekiyor. Bu cemaatleşmenin cemiyet yapısı oluşturmanın temelinde nelere dikkat etmek gerekiyor?
ABDULLAH BÜYÜK: Biraz evvel söylemiş olduğum Allah’ın ayetlerini okuduğumuz, öğrendiğimiz ve inandığımız zaman bu ayetler sizi ister istemez sosyal insan, sosyal müslüman yapıyor. Sen tek başına ne yapabilirsin ki? Kur’an-ı Kerim, namaz kıl değil, namaz kılınız buyurur. Zekât ver demez, zekât veriniz der. Cihat et demez cihat ediniz der. Yani Kur’an’ın ayetleri emirlerini, tavsiyelerini, nasihatlerini bir cemaati, bir topluluğu, bir gücü, kuvveti hedefleyerek vermiştir.
Hz. Mevlana’nın bu konuda güzel bir sözü vardır. Sözlerini kinayeli sözlerle söyler. Mühim olan bu sözleri kavrayabilmek:
“A insan, denize bak denize, denizin kenarında oluşan dalgaya bak dalgaya, bir de dalgadan karaya sıçrayan damlaya bak damlaya. Ey insan dalga kabarıp büyüdü sonra sakinleşti su oldu, deniz oldu ama dalgadan kopan damla sıçradı toprağa, güneş onu buharlaştırdı yok etti. Ey insan münferit bireysellikle bir şey yapamazsın. Denizde kükreyebilirsin dalga gibi hareket edebilirsin. Sakın ummandan, denizden kopma.”
Şimdi inanç sahibi olan bir müminin münferit olarak yaşamasını sağlayacak hiçbir zemin bulamazsınız. İnandığımız Kur’an bize böyle bir zemin vermemiş. İster istemez bir refleksle bir cemaatin içerisinde bulunmak zorundayız. Kitap ve sünnetle beslendiğimiz zaman sorun yok. Ancak Kitabın ve sünnetin dışında beslenmiş olduğumuz bazı şeyler, Kitabın sansüründen geçmediği için bize arıza olarak geliyor, yansıyor. Biz onu ayıklamak için mücadeleye başlıyoruz. Tabi bidattir, hurafedir, din dışıdır, mevzuudur, uydurmadır diyoruz. Bütün mesaimiz buna yönelmiş oluyor. Hâlbuki saf ve salt olarak Kitap ve sünneti mutlak gerçek olarak ele alan, onunla büyüyen, onunla gelişen onunla potansiyel güce sahip olan bir cemiyeti düşününüz.
Cemaat asıldır, cemaat özdür. Nice peygamberler gelmiştir ki, hepsinin cemaati vardır Nice peygamber otoriter olarak bir devlet hayatı yaşamamıştır. Ama cemaatsiz bir peygamber göremezsiniz.
İLKADIM: Hocam, Zeki Hocamızın İslam Ahkâmı kitabını tetkik etmiştiniz. İslam Ahkâmı ve Kıssalar Hisseler kitapları hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?
ABDULLAH BÜYÜK: Büyük ciltli kitaplar eskiden beri hep âlimlerin, üst düzey yetkililerin okuduğu kitaplar olduğu için belli şahıslar okumuşlar onlar da okuduklarını topluma anlatmışlardır. Ama erozyona uğrar gibi yavaş yavaş kaynaklardan uzaklaşmış olan toplum okumayı kolaylaştırmak için cep kitaplarına ağırlık vermiş.
Şimdi Zeki Soyak Hocamızın o büyük cilt halindeki kitapları, cep kitaplarındaki bilgi seviyesine inmiş, cazibeli hâle sokulmuş ve anlatım dili de çok güzel seçilmiş. Üniversite talebesi de okuyabiliyor, il müftüsü de okuyabiliyor, cami görevlisi de okuyabiliyor, ev hanımı da okuyabiliyor. Önce bu yönleriyle çok değer verdiğim eserlerdir. Günümüzün insanına büyük ciltli kitapların dili, ifade usulü, giriş, gelişme, sonuç bölümleri biraz zor geliyor. Kültür seviyesi sürekli aşağı inince “ben kim, o kitabı okumak kim?” diyebiliyorlar. Belli kimselere münhasır kalıyor o kitaplar. Zeki Soyak Hocamızın o kitabını insan okuduğu zaman anlayabiliyor. “Ne kadar da güzel” diyor. Hele hele Kıssalar kitabının son bölümünden alacağımız dersler vardır. Bu kıssadan bizim ne almamız lazımdır.
Şimdiye kadar İslam tarihini basmakalıp okuduk. Seyit Kutub Uhud’un yorumunu yapıncaya kadar biz Uhud savaşını basmakalıp öğrendik. Ama Uhud yorumlanıyor şu anda. İslam tarihindeki olayları yorumlayıp bundan ders çıkarmalıyız. Tarih kitabı okumak zaten budur. Yoksa insan menkıbeci olur. Biz menkıbe okumakla nereye varabiliriz? Menkıbe okumak insanın kalbine tesir eder, yumuşatır, güzeldir saygım vardır ama o menkıbeden, o tarihten, o hadisten, o olaydan çıkartacağımız dersler nedir? Bize rehberlik yapsın, bizi sevketsin, biraz önce demiş olduğum gibi yönlendirsin. Biz de uygulama alanı bulalım. Böyle olmayınca ütopya oluyor. Falan kıssayı okuyorsunuz. “Vay be ne insanlarmış, ne toplummuş başından neler gelmiş” deyip geçiyoruz.
Zeki Soyak Hocamızın Kıssalar ve Hisseler isimli eserinin hisse bölümünde adeta bir annenin, babanın küçük yavrusunun elini tuttuğu gibi veya adres soran bir kimseye adres gösterir gibi izahlar var. “Şöyle yapılacak olursa falan yere varabilirsin” gibi yönlendirme itibariyle çok sevdiğim, değer verdiğim ve zevkle okumuş olduğum bir kitaptır. Hatta masamın yanında ikisi üst üste durur. Mefkûre isimli küçük kitapları var onları da çok severek okuyorum. Bunun sebebi de şudur. Bir zamanlar mesela İhvan-ul Müslimin kitapları, Tunus’tan Gannuşi’nin eserleri, Irak’tan falan zatın eserleri, Pakistan’dan Mevdudî’nin eserleri hep buna yön verdi. Bir de yerli ilim adamlarımız, yerli çilekeş insanlarımız bu memleketin gidişatına vâkıf olmuş, bu halkın içerisinde ızdırap duya duya yaşamış, sıkıntısını, çözümünü kitaplaştırmış, yansıtmış. Gannuşi beni ne kadar tanıyabilir ki? Mevdudî beni ne kadar bilebilir ki? Genel hatlarla sıkıntımız aynı ama bir de benim Anadolu insanı olarak üzüldüğüm, sıkıntıya girmiş olduğum bir atmosfer var. Bu atmosferi Kuveyt’deki âlim yaşayamaz. Bu atmosferi Mısır’daki insan yaşayamaz, onun sıkıntısı oraya göre ayarlanmıştır. Benim buradaki sıkıntımı, burada sıkıntıyı yaşayan âlimlerimizin, bilim adamlarımızın, güzel insanlarımızın beyanatları, eserleri, eğitim tezgâhına getirmiş olduğu programlar dillendirebilir. Zeki Hocamızın eserlerinin özelliğini anlatmak için bu örnekleri verdim. Ben saygıyla zevkle istifadeyle okuyorum.
İLKADIM: Hocam, Zeki Hocamızla diyalogunuzu, irtibatınızı biliyoruz. Ne zamandır tanışıyorsunuz? Sizin ondan etkilendiğiniz, onun sizden etkilendiği yönler var mıydı?
ABDULLAH BÜYÜK: Kur’an-ı Kerim peygamberimiz efendimize “Eğer sen etrafındaki kişilere sert, haşin davranmış olsaydın yanında kimse kalmazdı” buyuruyor. “Ama müşfik, şefkatli, merhametli davranmış olman, onların yanında çimlenip oturmasına sebep oldu.” Diyor. Zeki hocamın da bir mütevazılığı vardı. Mütevazı insanların etrafındaki insanlar bol olur. Bu Kur’an’la sabittir. Bir insanda mütevazılık varsa o adamın konuşması, ikramı, sofrası, yatağı mütevazıdır. Yanında rahat edersiniz. Mütevazı insanların evinde çok rahat ederim.
35 yıldır Türkiye’yi dolaşırım. Mütevazı kimliğiniz yoksa sizde onun zıttı varsa itici oluyorsunuz. İtici olunca yüzeysellik oluyor, insanlara artist gibi davranmaya başlanıyor. Gerçek yüzlerimiz olmuyor. Farklı yüzlerle birbirimizle muhatap olmaya çalışıyoruz. İtham gibi algılanmasın ama bu ben Zeki Soyak hocamın bu mütevazılığında bir mıknatıslık görüyorum. Konya’da onun eğitim tezgâhından geçen insanlar var, talebeleri var. Hepsi mütevazı insanlar, kibir görmedim o insanlarda, gurur görmedim. Oturmalarında, konuşmalarında mütevazılık var. Büyüklerine saygı, küçüklerine şefkat gösteriyorlar. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “Büyüklerimize saygı, küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir.” diyor. Birincisi bu, mütevazı olma özelliğiyle ben Zeki Hocamla çok rahat programlara katılıyorum.
Emine Şenlikoğlu Konya’ya gelmişti. Ribat FM’de bir program yaptı. Bana: “Hocam, Türkiye’de böyle hemen zikredebileceğiniz, örnek göstereceğiniz kaç kişi var” dedi? Hemen “Zeki SOYAK Hocam var.” dedim. Çünkü şöhretten soyutlanmış güzel bir insan, sevgiyi yaşamaya çalışıyor. Güzel bir insan dedim. Kayseri’ye en son gittiğimizde Nevin AKYURT rahmetlinin cenazesine katıldığım zaman aynı caddenin kenarını paylaştık. Oraya bir bez serdiler. Evimizdeki koltuğa oturur gibi oturduk, dertleştik, konuştuk. Bunlar küçük gibi geliyor ama bize çok şey kazandırır. Çünkü biz hocalar hep pohpohlanmışız. Biz pek tenkit edilmeyiz. Tenkit edildiğimizde de hemen zorumuza gider. O kişiye düşman oluruz. “Sen kimsin ki beni tenkit ediyorsun” deriz. Hâlbuki sahabe-yi kiram “bu senden midir yoksa Abdullah’ın oğlu olarak mı söylüyorsun?” diye soru sorabiliyorlardı. Biz bu ortamı sağlamadığımızdan bize bir arkadaş gelip görüşlerimizi beğenmediğini veya bizim namazdaki tadil-i erkanlarımızda bozukluk varsa ikaz edip “Hem her gün bize namazdan bahsediyorsun hem ne biçim namaz kılıyorsun” diyemiyor. Korkuyorlar hocalardan.
Ben Zeki Soyak Hocamın korkulacak biri olmadığına inanıyorum. Belki başında sarık, sırtında cübbe bir cami kürsüsünde görmedik ama O, ülkenin her tarafından gelen sarıksız, cübbesiz mesajıyla, eğitimiyle, tezgâhlamış olduğu programlarla güzel bir Hocadır güzel bir âlimdir. Güzel ilim ehlidir, güzel terbiyecidir, güzel edep kazandırır. Akseder kalpten kalbe. İnikâs derler buna biliyorsunuz. Bağırdığın zaman bir dağa aynı ses karşı tarafa gider gelir ya, karşılıklı otururken haberimiz olmadan birbirimize böyle inikâs eder güzelliklerimiz.
İLKADIM: Allah razı olsun hocam, çok teşekkür ediyoruz. Sizleri yorduk. Hakkınızı helal edin.
ABDULLAH BÜYÜK: Ben de teşekkür ediyorum. Efendimiz “Sevdiğinizi kardeşinize söyleyin.” diyor. Sizi seviyorum, sizleri Allah için sevdim. Müminleri sevme sermayesi güzeldir. Müminleri sevmek çok şey kazandırır. Ama kin ve nefret sermayesi bize bir şey kazandırmayacak ahirette. Allah göstermesin. Bizim nefret ve kinimiz küfür ve nifakadır. Mümin mümine kin ve nefrette bulunamaz.
İLKADIM: Ölçümüz, kalbimizde mümine sevgi, ehli küfrün küfrüne kin oluşmasıdır. Küfür içerisinde olan kişilerin şahsına değil, Allah razı olsun…